İnsan insanın zehrini alır...
İnsanoğlunu birazcık sevgi mutlu edebiliyor; bir kadını, bir erkeği, bir çocuğu, bir dostu, bir sanat yapıtını sevmek mutluluk için yetiyor da artıyor bile.
Gün doğumu, gün batımı, rüzgârda sallanan dal, yaz gecelerini dolduran baş döndürücü yasemin kokusu yüreğimizi mutluluktan titretiyor.
Yaşama büyük bir minnettarlık duyuyorsunuz.
Hele sevildiğini bilmek...
Birisinin sizi düşündüğünü, iyi olmanız için uğraştığını, sizi koruduğunu hissetmek.
Bir de paylaşmak duygusunu eklemek gerekiyor buna. Ekmeği, düşünceyi, sevgiyi paylaşmak.
Sait Faik’in cümlesiyle söylersek eğer, her şey bir insanı sevmekle başlıyor.
***
Oysa biz nelerle dertleniyoruz?
Politik mücadeleler, haşin kavgalar, sen-ben itişmeleri, ego çatışmaları sarmalamış çevremizi.
Bu dünyaya gelip gitmekte olan bir sincabın mutluluğunu yaşayamıyoruz.
Ülke sarsılıyor, içinde bulunduğumuz gemi fırtınaya tutulmuş, yalpalayıp durmakta.
Bu sarsıntıları etimizde kemiğimizde hissediyoruz. Başımız dönüyor, midemiz bulanıyor.
Tek başına mutluluğun yetmediğini anlıyorsunuz.
Sizi çevreleyen ortam durmadan mutsuzluk, durmadan kavga üretiyor.
Televizyon ekranında kavga, Meclis’te kavga, gazete köşelerinde kavga, sokakta kavga...
Bu ülkenin insanları, hayatı kendilerine cehennem kılmak için ne mümkünse yapıyorlar.
Ne sağlığın değerini biliyor çoğumuz, ne sevginin, ne kibarlığın, ne inceliğin...
Bir kabadayı afur tafuru, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” böbürlenişi, öfke şehvetine kapılmış insanlar yaratıyor.
Bu soruyu sorana demeliyiz ki: “Evet, senin kim olduğunu biliyorum. Üç beş yıl sonra ölüp gidecek ve dünyadan izi silinecek bir fanisin. En ufak bir hastalık, alıp yerden yere vurabilir seni. Bir dakika sonra başına ne geleceğini bilemezsin. Onca malı mülkü, parayı, rüşveti de yanında götürmene imkân yok. Nedir bu ihtiras? Nedir bu kavga? Nedir bu yetinmeme?”
***
Jean Paul Sartre, “Başkaları cehennemdir!” demişti.
Biz bu kültürden gelmiyoruz.
Bizim Akdeniz aydınlığı vurmuş kültürümüzde “Yalnızlık Allah’a mahsus!” denir.
Ve İnanılır ki “İnsan insanın zehrini alır!”
Doğrudur da.
Mutluluk bizi sarıp sarmalayan dostlarımızdır, paylaşma duygusudur, merhamettir, erdemli kalmak onurudur, sevdamızdır.
Z.livaneli
yaz geçer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yaz geçer etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
11 Aralık 2009 Cuma
22 Haziran 2009 Pazartesi
11 Haziran 2009 Perşembe
batililarin anlayamadigi
Batılıların anlayamadığı
Washington Post Gazetesi “Türkiye’ye yazık olacak!” diye bir yazı yayınlamış.
AKP liberal politikalardan uzaklaştığı ve Doğu’ya yelken açtığı için Avrupa Birliği idealinden ve Amerika’dan giderek kopuyormuş.
Şöyle demiş gazete:
“Türkiye bu tavırlarıyla sadece Avrupa’dan değil, ABD’den de uzaklaşıyor. Eğer Erdoğan’ın AKP’si liberalizm karşıtlığına hizmet etmeye devam eder, dış politikasında dini esas almakta ısrar ederse artık ‘özel’ olmayacak. Dahası Türkiye’ye yazık olacak.”
Bunu okuyunca acı acı gülmeyelim de ne yapalım.
“Günaydın” mı diyelim?
Ya da argo bir deyimle jetonun neden bu kadar geç düştüğünü mü soralım?
Ya da her şeyin üstüne bir bardak soğuk su mu içelim.
H H H
Batılılar Türkiye’yi hiçbir zaman anlayamadılar.
Tercümanları aracılığıyla ülkenin kanunlarını, hükümet kararlarını incelediler ama halkın ruhunu, toplumdaki dönüşümü hiçbir zaman kavrayamadılar.
Çünkü bir ülkenin ruhunu anlamak zor iştir. Öyle kanun çevirisiyle falan olmaz.
Kalbinizde bir takım titreşimlerle, belki tarif bile edilemeyecek ortak duygularla olur.
Ama ne yazık ki yıllardır Avrupa Konseyi’nde, UNESCO’da ya da Avrupa basınında karşılaştığımız kişiler, Türkiye’yi bizden daha iyi anladıkları sanısına kapıldılar.
Kafalarına çok basit, çocukça klişeler yerleştirildi.
Karmaşık Türkiye’yi şöyle basit analizlere teslim ettiler:
Türkiye bir gelenekçi İslam toplumudur.
Eeee?
1920’lerde Kemal adlı sarışın bir asker gelmiş, milletin dinini elinden alıp bir baskı rejimi kurmuştur.
Bravo!
Laiklik faşist yöntemlerle sürdürülmüştür.
AKP hükümeti bu ikileme son verip halkı arzu ettiği rejime götürmektedir. Bir yandan da Batıyla ilişkilere değer veren, reformcu, liberal bir hükümettir.
Bu yüzden sonuna kadar desteklenmelidir.
E vallahi harika. İnsan bu kadar mı zeki olur!
Aksini söyleyenlere de cevap hazırdır: “Bu hükümet kaç senedir iş başında. Hiç şeriat yasası çıkardılar mı? Ha, söyleyin bakalım, çıkardılar mı?”
Böylece her şeyi bilen allame Batılılar, ancak yarım saat kafa yordukları, oysa sizin hayatınızın tamamını kapsayan ülkeniz hakkında sizden daha çok şey bildiklerine inanırlar.
Bir ülkenin davranış biçimlerine, şarkılarına, diline, jestlerine sinen ruhunun o dile söze gelmez kıvrımlarını bilemedikleri için de koyu bir cehalet içinde kalırlar.
Onlara şu örneği veririm:
“Bakın Türkçede kalp anlamına gelen üç kelime vardır: Kalp, gönül ve yürek. Bunlarını üçünü de tek kelimeyle çevirirsiniz. Ama bilir misiniz ki bizde kalpsiz kelimesi zalim anlamına gelir. Yüreksiz dediğinizde korkak, gönülsüz dediğinizde de isteksiz demiş olursunuz. Bu ayrımları bildiğiniz an sizinle Türkiye konuşabiliriz, yoksa lütfen susun.”
***
İnanın bu hem kel hem fodul Batılılardan çok çektim.
AKP konusu açıldığında, Descartes geleneğinden gelen o soğukkanlı analitik beyinler gidiyor, yerini öfkeli, körleşmiş, fanatikler alıyordu.
Bunun sebebi ne olabilir diye çok düşündüm.
Acaba bize “Siz zaten busunuz. Batılılık falan neyinize sizin. Niye Araplardan farklıyız iddiasında bulunuyorsunuz. Hepiniz birsiniz, haddinizi bilin!” mi demek istiyorlar.
“Seküler elit” diyerek hem nefret ettikleri hem de küçümsedikleri normal Türk halkı, yani analarımız babalarımız, kardeşlerimiz niçin hoşlarına gitmiyor?
Bu ülkenin Müslümanlığı niçin bunlara yetmiyor da ille Araplaşmasını istiyorlar?
Cehaletlerinden mi, kötü niyetlerinden mi?
zülfü LİVANELİ
Washington Post Gazetesi “Türkiye’ye yazık olacak!” diye bir yazı yayınlamış.
AKP liberal politikalardan uzaklaştığı ve Doğu’ya yelken açtığı için Avrupa Birliği idealinden ve Amerika’dan giderek kopuyormuş.
Şöyle demiş gazete:
“Türkiye bu tavırlarıyla sadece Avrupa’dan değil, ABD’den de uzaklaşıyor. Eğer Erdoğan’ın AKP’si liberalizm karşıtlığına hizmet etmeye devam eder, dış politikasında dini esas almakta ısrar ederse artık ‘özel’ olmayacak. Dahası Türkiye’ye yazık olacak.”
Bunu okuyunca acı acı gülmeyelim de ne yapalım.
“Günaydın” mı diyelim?
Ya da argo bir deyimle jetonun neden bu kadar geç düştüğünü mü soralım?
Ya da her şeyin üstüne bir bardak soğuk su mu içelim.
H H H
Batılılar Türkiye’yi hiçbir zaman anlayamadılar.
Tercümanları aracılığıyla ülkenin kanunlarını, hükümet kararlarını incelediler ama halkın ruhunu, toplumdaki dönüşümü hiçbir zaman kavrayamadılar.
Çünkü bir ülkenin ruhunu anlamak zor iştir. Öyle kanun çevirisiyle falan olmaz.
Kalbinizde bir takım titreşimlerle, belki tarif bile edilemeyecek ortak duygularla olur.
Ama ne yazık ki yıllardır Avrupa Konseyi’nde, UNESCO’da ya da Avrupa basınında karşılaştığımız kişiler, Türkiye’yi bizden daha iyi anladıkları sanısına kapıldılar.
Kafalarına çok basit, çocukça klişeler yerleştirildi.
Karmaşık Türkiye’yi şöyle basit analizlere teslim ettiler:
Türkiye bir gelenekçi İslam toplumudur.
Eeee?
1920’lerde Kemal adlı sarışın bir asker gelmiş, milletin dinini elinden alıp bir baskı rejimi kurmuştur.
Bravo!
Laiklik faşist yöntemlerle sürdürülmüştür.
AKP hükümeti bu ikileme son verip halkı arzu ettiği rejime götürmektedir. Bir yandan da Batıyla ilişkilere değer veren, reformcu, liberal bir hükümettir.
Bu yüzden sonuna kadar desteklenmelidir.
E vallahi harika. İnsan bu kadar mı zeki olur!
Aksini söyleyenlere de cevap hazırdır: “Bu hükümet kaç senedir iş başında. Hiç şeriat yasası çıkardılar mı? Ha, söyleyin bakalım, çıkardılar mı?”
Böylece her şeyi bilen allame Batılılar, ancak yarım saat kafa yordukları, oysa sizin hayatınızın tamamını kapsayan ülkeniz hakkında sizden daha çok şey bildiklerine inanırlar.
Bir ülkenin davranış biçimlerine, şarkılarına, diline, jestlerine sinen ruhunun o dile söze gelmez kıvrımlarını bilemedikleri için de koyu bir cehalet içinde kalırlar.
Onlara şu örneği veririm:
“Bakın Türkçede kalp anlamına gelen üç kelime vardır: Kalp, gönül ve yürek. Bunlarını üçünü de tek kelimeyle çevirirsiniz. Ama bilir misiniz ki bizde kalpsiz kelimesi zalim anlamına gelir. Yüreksiz dediğinizde korkak, gönülsüz dediğinizde de isteksiz demiş olursunuz. Bu ayrımları bildiğiniz an sizinle Türkiye konuşabiliriz, yoksa lütfen susun.”
***
İnanın bu hem kel hem fodul Batılılardan çok çektim.
AKP konusu açıldığında, Descartes geleneğinden gelen o soğukkanlı analitik beyinler gidiyor, yerini öfkeli, körleşmiş, fanatikler alıyordu.
Bunun sebebi ne olabilir diye çok düşündüm.
Acaba bize “Siz zaten busunuz. Batılılık falan neyinize sizin. Niye Araplardan farklıyız iddiasında bulunuyorsunuz. Hepiniz birsiniz, haddinizi bilin!” mi demek istiyorlar.
“Seküler elit” diyerek hem nefret ettikleri hem de küçümsedikleri normal Türk halkı, yani analarımız babalarımız, kardeşlerimiz niçin hoşlarına gitmiyor?
Bu ülkenin Müslümanlığı niçin bunlara yetmiyor da ille Araplaşmasını istiyorlar?
Cehaletlerinden mi, kötü niyetlerinden mi?
zülfü LİVANELİ
ben turkiyede hep bunu gordum
Ben Türkiye’de hep bunu gördüm
Münazara alışkanlığından mıdır, bilinçaltımızdaki aşiret-kabile tortularından mıdır bilinmez, bu ülkede insanlar ille de bir kutba saplanıp kalırlar.
Bir vida gibi aynı yerde dönüp durur, başka gerçeklere gözlerini kaparlar.
Ne demek istediğimi daha iyi anlatmak için bir örnek vereyim size:
1960’lı yıllarda Türk solunda büyük bir tartışma vardı. Kimileri öncelikle Türkiye’nin bağımsız olması gerektiğini söylüyordu, başka bir kesim ise kapitalizme karşı verilecek mücadeleyi öne çıkarıyordu.
Birinci grubun sloganı “Bağımsız Türkiye” idi, ikinci grubunki ise “Sosyalist Türkiye.”
Ankara’da Dilşat düğün salonundaki bir siyasi toplantıda bu iki grup birbirine girdi. Hepimizin hayret dolu bakışları arasında sopalarla birbirlerinin kafalarını kırmaya başladılar.
Bu sırada yaşlı bir işçi “Durun çocuklar yapmayın” dedi, “Hem bağımsız, hem sosyalist Türkiye desek ne olur?”
Ne oldu biliyor musunuz?
O iyi niyetli işçi de dayak yedi.
Belki de salondaki tek akıllı adamdı.
***
Türkiye’deki her tartışmada bunu gördüm ben.
Sağcılar yıllarca Orta Asya diye tutturdu, solcular enternasyonalizm diye.
Sağcılar Osmanlı dediler, solcular buna burun kıvırdılar.
Sağcılar eski dil dediler, solcular yeni dil.
Sağcılar Necip Fazıl dediler, solcular Nazım Hikmet.
Bu ayrımlar yüzünden insanlar birbirini öldürdü, ülkede kan döküldü.
Benim gibi “Orta Asya da bizim geleneğimizdir, bir solcu yazar çıkıp Göktürk efsanesini yazsa ne olur? Osmanlı’yı reddetmeye çalışmak saçmalıktır. Dilde faşizm olmaz, yaşayan dili savunalım. Nazım Hikmet de büyük şairdir, Necip Fazıl da” diyenlerin ise sesi pek duyulmadı.
Çünkü bu dil kavganın ve öfkenin şehvetine pek uygun değildi.
***
Bugün aynı hastalığın devam ettiğini, insanların yine burgu gibi aynı noktayı delmeye devam ettiğini, başka konulara gözünü kapadığını görüyorum.
Kimisi AKP’ye yüklenmekle görevli, kimisi CHP’ye.
Eğer bağımsız bir aydınsan ikisini de eleştirmen gerekmez mi?
Yolsuzluk bu ülkenin bir gerçeği ve maalesef bütün partiler bu pisliğe batmış durumda.
Birini görüp, ötekini görmemek özel çaba gerektirir.
Bir aydın niye böyle bir ayrıma girer ki?
***
Aynı şekilde kimisi sadece Ergenekon diyor, kimisi sadece laiklik.
Aslında bunların hepsi de aynı ülkede olmuyor mu?
Hem 17000 faili meçhulün, hem yakılan 11 köylünün, hem Dink cinayetinin, hem o korkunç devlet suçlarının hesabını sorsak, Ergenekon davasında sonuna kadar gidilmesini talep etsek; hem de iktidarın Türkiye’yi “bizden/sizden” diye ayırmasına, kaçak Kuran kurslarında kızlarımızın ölmesine, çarşaflı kızımız denizde boğulurken kurtarmak isteyenleri engelleyen ve erkek eli değmesin diye kızını ölüme gönderen anaların kafasına karşı çıksak ne olur?
Yürürken sakız çiğnemeyi beceremiyor muyuz?
***
Bu yazıyı yazıyorum ama yine de kökleşmiş alışkanlıkların değişeceğine dair hiçbir umut beslemiyorum.
Çünkü her şeyi irdelemesi gereken zihinler, önyargı bagajlarıyla hantallaşmıştır.
Kutsal düşünme eylemi, tepkiler üzerine kuruludur.
Ayrıca bizden/sizden ayrımı çok sevilir.
Zülfü LİVANELİ
Münazara alışkanlığından mıdır, bilinçaltımızdaki aşiret-kabile tortularından mıdır bilinmez, bu ülkede insanlar ille de bir kutba saplanıp kalırlar.
Bir vida gibi aynı yerde dönüp durur, başka gerçeklere gözlerini kaparlar.
Ne demek istediğimi daha iyi anlatmak için bir örnek vereyim size:
1960’lı yıllarda Türk solunda büyük bir tartışma vardı. Kimileri öncelikle Türkiye’nin bağımsız olması gerektiğini söylüyordu, başka bir kesim ise kapitalizme karşı verilecek mücadeleyi öne çıkarıyordu.
Birinci grubun sloganı “Bağımsız Türkiye” idi, ikinci grubunki ise “Sosyalist Türkiye.”
Ankara’da Dilşat düğün salonundaki bir siyasi toplantıda bu iki grup birbirine girdi. Hepimizin hayret dolu bakışları arasında sopalarla birbirlerinin kafalarını kırmaya başladılar.
Bu sırada yaşlı bir işçi “Durun çocuklar yapmayın” dedi, “Hem bağımsız, hem sosyalist Türkiye desek ne olur?”
Ne oldu biliyor musunuz?
O iyi niyetli işçi de dayak yedi.
Belki de salondaki tek akıllı adamdı.
***
Türkiye’deki her tartışmada bunu gördüm ben.
Sağcılar yıllarca Orta Asya diye tutturdu, solcular enternasyonalizm diye.
Sağcılar Osmanlı dediler, solcular buna burun kıvırdılar.
Sağcılar eski dil dediler, solcular yeni dil.
Sağcılar Necip Fazıl dediler, solcular Nazım Hikmet.
Bu ayrımlar yüzünden insanlar birbirini öldürdü, ülkede kan döküldü.
Benim gibi “Orta Asya da bizim geleneğimizdir, bir solcu yazar çıkıp Göktürk efsanesini yazsa ne olur? Osmanlı’yı reddetmeye çalışmak saçmalıktır. Dilde faşizm olmaz, yaşayan dili savunalım. Nazım Hikmet de büyük şairdir, Necip Fazıl da” diyenlerin ise sesi pek duyulmadı.
Çünkü bu dil kavganın ve öfkenin şehvetine pek uygun değildi.
***
Bugün aynı hastalığın devam ettiğini, insanların yine burgu gibi aynı noktayı delmeye devam ettiğini, başka konulara gözünü kapadığını görüyorum.
Kimisi AKP’ye yüklenmekle görevli, kimisi CHP’ye.
Eğer bağımsız bir aydınsan ikisini de eleştirmen gerekmez mi?
Yolsuzluk bu ülkenin bir gerçeği ve maalesef bütün partiler bu pisliğe batmış durumda.
Birini görüp, ötekini görmemek özel çaba gerektirir.
Bir aydın niye böyle bir ayrıma girer ki?
***
Aynı şekilde kimisi sadece Ergenekon diyor, kimisi sadece laiklik.
Aslında bunların hepsi de aynı ülkede olmuyor mu?
Hem 17000 faili meçhulün, hem yakılan 11 köylünün, hem Dink cinayetinin, hem o korkunç devlet suçlarının hesabını sorsak, Ergenekon davasında sonuna kadar gidilmesini talep etsek; hem de iktidarın Türkiye’yi “bizden/sizden” diye ayırmasına, kaçak Kuran kurslarında kızlarımızın ölmesine, çarşaflı kızımız denizde boğulurken kurtarmak isteyenleri engelleyen ve erkek eli değmesin diye kızını ölüme gönderen anaların kafasına karşı çıksak ne olur?
Yürürken sakız çiğnemeyi beceremiyor muyuz?
***
Bu yazıyı yazıyorum ama yine de kökleşmiş alışkanlıkların değişeceğine dair hiçbir umut beslemiyorum.
Çünkü her şeyi irdelemesi gereken zihinler, önyargı bagajlarıyla hantallaşmıştır.
Kutsal düşünme eylemi, tepkiler üzerine kuruludur.
Ayrıca bizden/sizden ayrımı çok sevilir.
Zülfü LİVANELİ
1 mayis -ece temelkuran
SEHRIN ASIL SAHIPLERI TAKSIMDE-
nasıl bir emekçi istiyorlar? sabah kalksın, namazını kılsın, işine
gitsin. çalışsın, çalışsın, çalışsın... sonra akşam namazını kılsın;
televizyonda ilahi konseri, dini sohbet programı izlesin yatsın, sabah
kalksın, namazını kılsın, işine gitsin, çalışsın, çalışsın,
çalışsın... hafta sonu olunca, çoluk çombalak şehir merkezine insin,
belediyesinin aldığı lalelere baksın, baksın, baksın. evine dönsün,
futbol maçını izlesin, namazını kılsın, sabah kalksın, çalışsın,
çalışsın, çalışsın...
ebelek gübelek padişah
padişahı kendi parasıyla gazete filan alınca, kıdem tazminatlarını
kuşa döndürmeye karar verince, "geberinceye kadar çalışılacak" yasası
çıkarınca, "parası olmayan ölür gider, kalan sağlar bizimdir" şiarını
yükseltince alkış tutsun:
"padişahımız çok yaşa!"
padişahtan şüphe edenlerin "kabir azabı" çekeceğine inansın, üç karısı
olan adamların "dinen nasıl giyinmek makbuldür?" konfeksiyonundan
giyinsin, "faiz yemiyoruz, sizin paranızı yiyoruz" ekonomik ağına
dahil olsun, minnacık kız çocuklarının etek boylarına kafayı takan
psikopat din hocalarından nasıl yaşayacağını öğrensin, aç kalırsa
ezberlediği dua karşılığı ekmek yardımından uslu uslu yararlansın ve
"siz kokmuş ayaklarsınız" denince de ebelek gübelek, dili dışarıda
yine alkış tutsun:
"padişahım çok yaşa!"
modifiye insan
istedikleri gibi 'modifiye' edemedikleri emekçileri, yoksulları
şehirlerin dışına gönderiyorlar. güzel de bir isim buldular buna:
'kentsel dönüşüm projesi' insanları şehirlerin dışına gönderip şehir
merkezlerine lalelerini dikiyorlar. bol bol lale dikiyorlar.
yoksulları gönderip yoksulların paralarıyla aldıkları laleleri
dikiyorlar. bu, daha çok yakışıyor padişahlarının gül yüzüne, 'güzel
ahlakına'.
onlar, 1 mayıs 1977'de şehir merkezinden silahla külahla kovalanan
şehrin asıl sahiplerini kovalamaya devam ediyorlar. badem bıyıkları,
'güzel ahlakları', meclis'te linç partileri düzenleyen, meydanlarda
yoksulları, vurulmuş askerlerin annelerini azarlayan siyasi
kültürleriyle o gelenekten geliyorlar. hayatını emeğiyle kazanan
insanları, insanca yaşamak, soru sormak, haklarını savunmak, özgür
düşünmek, kendisi gibi olmak isteyen insanları kovalayıp duruyorlar.
hep onların peşindeler.
bellerine 'sünnet' diye taktıkları çakılarıyla ve sakız gibi
çiğnedikleri hadisleriyle hep onların peşindeler. kendilerine benzeyen
bir insan tipi imal ettiler, 'bozuk imalatların', 'imalat
standartlarına' uygun olmayan, adam gibi adamların peşindeler. onların
kokusunun padişaha 'ayak kokusu' gibi gelmesinin nedeni bu; onlar
'imalat standartlarına uygun' değiller.
şehrin belleği
şehrin bir belleği var oysa. şehrin merkezine dair bir bellek.
kalabalıkların şehrin merkezine diktiği bayrağı 1977'de kanlı bir
katliamla oradan çıkarmaya çalışanların murisleri, şimdi orayı boş
bırakmaya çalışıyorlar. o belleği boşaltmaya çalışıyorlar. şehrin asıl
sahipleri gelip o merkez noktaya yeniden bayraklarını dikmesin diye...
şehrin asıl sahipleri şehri padişahtan kurtarmasın diye... bu,
'kapatma davasına' filan benzemez. bu, yoksulların 'kapatma kararı';
avrupa'da dolaşıp yalan dolanla destek dilenciliği yaparak savuşturulamaz.
emeğin hukuku
1 mayıs'ta o bayrak oraya yeniden dikilecek. nasıl padişah bu
memleketin hukukunu hiçe sayıp daha çok zenginleşmek için kendi
hukukunu yaratıyorsa şehrin emekçileri de ekmeklerini onurlu
yiyebilmek için kendi hukuklarını yaratıp oraya, taksim'e
yürüyecekler. o zaman göreceğiz işte bu padişah kimden yana. yoksuldan
mı, zenginden mi? insandan mı yoksa 'tebaadan' mı? ezilenden mi yoksa
zalim muktedirden mi? demokrasiden mi, kendinden mi?
hayatını emeğiyle kazananlar ve özgür insanlar olmak isteyenler bu
sorunun cevabını vermek için 1 mayıs'ta orada olacaklar. çünkü şehrin
asıl sahibi onlar. onlar şehri geri alacaklar!
ECE TEMELKURAN
nasıl bir emekçi istiyorlar? sabah kalksın, namazını kılsın, işine
gitsin. çalışsın, çalışsın, çalışsın... sonra akşam namazını kılsın;
televizyonda ilahi konseri, dini sohbet programı izlesin yatsın, sabah
kalksın, namazını kılsın, işine gitsin, çalışsın, çalışsın,
çalışsın... hafta sonu olunca, çoluk çombalak şehir merkezine insin,
belediyesinin aldığı lalelere baksın, baksın, baksın. evine dönsün,
futbol maçını izlesin, namazını kılsın, sabah kalksın, çalışsın,
çalışsın, çalışsın...
ebelek gübelek padişah
padişahı kendi parasıyla gazete filan alınca, kıdem tazminatlarını
kuşa döndürmeye karar verince, "geberinceye kadar çalışılacak" yasası
çıkarınca, "parası olmayan ölür gider, kalan sağlar bizimdir" şiarını
yükseltince alkış tutsun:
"padişahımız çok yaşa!"
padişahtan şüphe edenlerin "kabir azabı" çekeceğine inansın, üç karısı
olan adamların "dinen nasıl giyinmek makbuldür?" konfeksiyonundan
giyinsin, "faiz yemiyoruz, sizin paranızı yiyoruz" ekonomik ağına
dahil olsun, minnacık kız çocuklarının etek boylarına kafayı takan
psikopat din hocalarından nasıl yaşayacağını öğrensin, aç kalırsa
ezberlediği dua karşılığı ekmek yardımından uslu uslu yararlansın ve
"siz kokmuş ayaklarsınız" denince de ebelek gübelek, dili dışarıda
yine alkış tutsun:
"padişahım çok yaşa!"
modifiye insan
istedikleri gibi 'modifiye' edemedikleri emekçileri, yoksulları
şehirlerin dışına gönderiyorlar. güzel de bir isim buldular buna:
'kentsel dönüşüm projesi' insanları şehirlerin dışına gönderip şehir
merkezlerine lalelerini dikiyorlar. bol bol lale dikiyorlar.
yoksulları gönderip yoksulların paralarıyla aldıkları laleleri
dikiyorlar. bu, daha çok yakışıyor padişahlarının gül yüzüne, 'güzel
ahlakına'.
onlar, 1 mayıs 1977'de şehir merkezinden silahla külahla kovalanan
şehrin asıl sahiplerini kovalamaya devam ediyorlar. badem bıyıkları,
'güzel ahlakları', meclis'te linç partileri düzenleyen, meydanlarda
yoksulları, vurulmuş askerlerin annelerini azarlayan siyasi
kültürleriyle o gelenekten geliyorlar. hayatını emeğiyle kazanan
insanları, insanca yaşamak, soru sormak, haklarını savunmak, özgür
düşünmek, kendisi gibi olmak isteyen insanları kovalayıp duruyorlar.
hep onların peşindeler.
bellerine 'sünnet' diye taktıkları çakılarıyla ve sakız gibi
çiğnedikleri hadisleriyle hep onların peşindeler. kendilerine benzeyen
bir insan tipi imal ettiler, 'bozuk imalatların', 'imalat
standartlarına' uygun olmayan, adam gibi adamların peşindeler. onların
kokusunun padişaha 'ayak kokusu' gibi gelmesinin nedeni bu; onlar
'imalat standartlarına uygun' değiller.
şehrin belleği
şehrin bir belleği var oysa. şehrin merkezine dair bir bellek.
kalabalıkların şehrin merkezine diktiği bayrağı 1977'de kanlı bir
katliamla oradan çıkarmaya çalışanların murisleri, şimdi orayı boş
bırakmaya çalışıyorlar. o belleği boşaltmaya çalışıyorlar. şehrin asıl
sahipleri gelip o merkez noktaya yeniden bayraklarını dikmesin diye...
şehrin asıl sahipleri şehri padişahtan kurtarmasın diye... bu,
'kapatma davasına' filan benzemez. bu, yoksulların 'kapatma kararı';
avrupa'da dolaşıp yalan dolanla destek dilenciliği yaparak savuşturulamaz.
emeğin hukuku
1 mayıs'ta o bayrak oraya yeniden dikilecek. nasıl padişah bu
memleketin hukukunu hiçe sayıp daha çok zenginleşmek için kendi
hukukunu yaratıyorsa şehrin emekçileri de ekmeklerini onurlu
yiyebilmek için kendi hukuklarını yaratıp oraya, taksim'e
yürüyecekler. o zaman göreceğiz işte bu padişah kimden yana. yoksuldan
mı, zenginden mi? insandan mı yoksa 'tebaadan' mı? ezilenden mi yoksa
zalim muktedirden mi? demokrasiden mi, kendinden mi?
hayatını emeğiyle kazananlar ve özgür insanlar olmak isteyenler bu
sorunun cevabını vermek için 1 mayıs'ta orada olacaklar. çünkü şehrin
asıl sahibi onlar. onlar şehri geri alacaklar!
ECE TEMELKURAN
palamut surusu-livaneli
Palamut sürüsü doğuya akıyor
Üzerinden daha çok geçmedi.
Erdoğan’la Gül’ün Brüksel’den dönüşü şerefine yapılan “Avrupa Birliği’ne girdik!” kutlamalarını unutmuş olamazsınız.
Şimdi “Davos Fatihi” yazan pankartlarda o zamanlar “Avrupa Fatihi” yazıyordu.
Atatürk Havaalanı’nın önü yine böyle doluydu. Ankara’da gündüz vakti havai fişek gösterileriyle Avrupa’ya girişimiz kutlanmıştı.
Gazeteler “Avrupalı Türkiye” manşetleri atıyorlardı. Benim gibi “Yahu bunlar doğru değil, Avrupa’ya falan girmedik!” diyenlere kulak asan yoktu.
“Bu işin doğru olmadığı anlaşıldığı zaman ortaya çıkacak hayal kırıklığı Türkiye’yi tamamen Batı karşıtı maceralara sürükler!” dememiz de kaynadı gitti.
Çünkü bizim millet palamut sürüsü gibidir.
Gazı verdin mi heyecanlanır, bütün karşı görüşlere kulaklarını tıkayarak delice bir coşkuyla atılır. Sonra da pişman olur elbette.
Ben bu memlekette neler gördüm.
İtalyan Elçiliği’nin önünde kravat yakanlar mı istersiniz, kan salçalı makarna hazırlayanlar mı?
Alman mallarını boykot edenler mi?
Hepsinin sonu hüsran olur ama yine de “millet” bildiğini okumaktan geri kalmaz.
Çoğunluğun bir şeyi anlaması zaman gerektirir, öyle hemen kavrayamaz, işin iç yüzünü göremez.
Kendisini uyaranları dinleme alışkanlığı da yoktur.
Çünkü bu ülkede heyecan, düşünceden çok daha önemlidir.
“Leydinin topuk sesleri”nin duyulduğu ilk günlerde “Bu hanımefendi servetinin kaynaklarını açıklamadan başbakan olursa, herkesin başı çok ağrır” dediğim zaman gelen tepkileri çok iyi hatırlıyorum.
Aman efendim, Türkiye bir sarışın hanım başbakan bulmuş, görsünmüş o Batılılar medenilik neymiş falan filan.
Artık iyice biliyorum ki bu “çoğunluğa” dert anlatamazsınız.
Çünkü kendi dar kafaları, bilinçsizlikleri ve sığlıklarıyla her türlü faşizme yol veren insanlardır bunlar.
Aynı kişiler cunta dönemlerinde de “sayın muhbir vatandaş” kesilmişlerdi, bütün öğrencileri “şehir eşkıyası” olarak ihbar etmek için kuyruğa girerlerdi.
Şimdi bu çoğunluk yine rüzgâra uyuyor ve giderek Batı karşıtı, hatta Batı düşmanı bir çizgiye sürükleniyor. Kurtuluş Savaşı verenlerin mirasına hakaret ediyor.
Yemen’de şehit düşenlerin ağıdını söylüyor ama Mehmetçik’in kimin tarafından öldürüldüğünü düşünmüyor bile.
Lawrence’ı, Osmanlı askerlerini en hunhar biçimde öldüren Arap kabilelerini, ordunun uğradığı büyük katliamı hatırlamıyor bile.
Çünkü hafızası yok.
Okumuyor, yazmıyor; okuyup yazanları da dinlemiyor.
Çoğunluk diktası kötüdür.
Ve demokrasi “millet bunu istiyor” diye tutturan bir çoğunluk diktası değildir.
Evrensel ahlak ilkelerine, her türlü azınlığa ve en aykırı görüşlere bile saygı duymaktır.
Not: Yıllar önce bir gazetecinin demokrasi sorusuna “çoğunluk diktası” cevabını verdiğim için epey şaşıran olmuştu ama kusura bakmayın, bu tanım bana değil Maurice Duverger’ye aittir.
Üzerinden daha çok geçmedi.
Erdoğan’la Gül’ün Brüksel’den dönüşü şerefine yapılan “Avrupa Birliği’ne girdik!” kutlamalarını unutmuş olamazsınız.
Şimdi “Davos Fatihi” yazan pankartlarda o zamanlar “Avrupa Fatihi” yazıyordu.
Atatürk Havaalanı’nın önü yine böyle doluydu. Ankara’da gündüz vakti havai fişek gösterileriyle Avrupa’ya girişimiz kutlanmıştı.
Gazeteler “Avrupalı Türkiye” manşetleri atıyorlardı. Benim gibi “Yahu bunlar doğru değil, Avrupa’ya falan girmedik!” diyenlere kulak asan yoktu.
“Bu işin doğru olmadığı anlaşıldığı zaman ortaya çıkacak hayal kırıklığı Türkiye’yi tamamen Batı karşıtı maceralara sürükler!” dememiz de kaynadı gitti.
Çünkü bizim millet palamut sürüsü gibidir.
Gazı verdin mi heyecanlanır, bütün karşı görüşlere kulaklarını tıkayarak delice bir coşkuyla atılır. Sonra da pişman olur elbette.
Ben bu memlekette neler gördüm.
İtalyan Elçiliği’nin önünde kravat yakanlar mı istersiniz, kan salçalı makarna hazırlayanlar mı?
Alman mallarını boykot edenler mi?
Hepsinin sonu hüsran olur ama yine de “millet” bildiğini okumaktan geri kalmaz.
Çoğunluğun bir şeyi anlaması zaman gerektirir, öyle hemen kavrayamaz, işin iç yüzünü göremez.
Kendisini uyaranları dinleme alışkanlığı da yoktur.
Çünkü bu ülkede heyecan, düşünceden çok daha önemlidir.
“Leydinin topuk sesleri”nin duyulduğu ilk günlerde “Bu hanımefendi servetinin kaynaklarını açıklamadan başbakan olursa, herkesin başı çok ağrır” dediğim zaman gelen tepkileri çok iyi hatırlıyorum.
Aman efendim, Türkiye bir sarışın hanım başbakan bulmuş, görsünmüş o Batılılar medenilik neymiş falan filan.
Artık iyice biliyorum ki bu “çoğunluğa” dert anlatamazsınız.
Çünkü kendi dar kafaları, bilinçsizlikleri ve sığlıklarıyla her türlü faşizme yol veren insanlardır bunlar.
Aynı kişiler cunta dönemlerinde de “sayın muhbir vatandaş” kesilmişlerdi, bütün öğrencileri “şehir eşkıyası” olarak ihbar etmek için kuyruğa girerlerdi.
Şimdi bu çoğunluk yine rüzgâra uyuyor ve giderek Batı karşıtı, hatta Batı düşmanı bir çizgiye sürükleniyor. Kurtuluş Savaşı verenlerin mirasına hakaret ediyor.
Yemen’de şehit düşenlerin ağıdını söylüyor ama Mehmetçik’in kimin tarafından öldürüldüğünü düşünmüyor bile.
Lawrence’ı, Osmanlı askerlerini en hunhar biçimde öldüren Arap kabilelerini, ordunun uğradığı büyük katliamı hatırlamıyor bile.
Çünkü hafızası yok.
Okumuyor, yazmıyor; okuyup yazanları da dinlemiyor.
Çoğunluk diktası kötüdür.
Ve demokrasi “millet bunu istiyor” diye tutturan bir çoğunluk diktası değildir.
Evrensel ahlak ilkelerine, her türlü azınlığa ve en aykırı görüşlere bile saygı duymaktır.
Not: Yıllar önce bir gazetecinin demokrasi sorusuna “çoğunluk diktası” cevabını verdiğim için epey şaşıran olmuştu ama kusura bakmayın, bu tanım bana değil Maurice Duverger’ye aittir.
yeni turk kulturu
Yeni Türk kültürü
Kültür, siyaset dahil her şeyi belirler.
Bir ülkenin kültürü neyse, lideri de ona uygun olur.
Elbette ülkelerin kültürü zaman içinde değişikliğe uğrar, farklılıklar gösterir.
Mesela Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmanın ezikliğini yaşayan Almanya’nın ruhuna hitap eden lider Adolf Hitler’di.
Ama İkinci Savaş felaketinden sonra Willy Brandt gibi sol entelektüel liderleri başa getirdi. Çünkü ülkenin kültürü ve ruhu değişmişti.
***
Türkiye kültür değişiminin en çarpıcı örneklerinin yaşandığı bir ülkedir.
Yüz yıl önceki kültürümüzle hiçbir ilgimizin kalmadığını söylesem inanması zor gelir ama doğrudur. Türklerin, dünyada kendilerini temsil ettiğine inandıkları döner kebap ve göbek dansı, yüz yıl öncenin Türkiye’sinde hiç bilinmeyen şeylerdi.
Ne sarayda vardı bunlar, ne de halkta. Ama değişen kültür, göbek dansını ve döner kebabı Türkiye’nin sembolleri haline getirdi.
***
Siyasi liderler açısından da durum böyledir.
Son Halife Abdülmecit resim yapan, piyano çalan bir aristokrattı.
O dönemin siyasi figürleri, yoksul ailelerde doğmuş olsalar bile kendilerini geliştirmiş, lisan öğrenmiş kişilerdi.
Cumhuriyetin liderlerine bakalım:
Mustafa Kemal binlerce kitap okumuş, büyük çabalarla Fransızca öğrenmiş, edebiyat üzerine yazılar yazmış bir liderdi ve her görüşmede İngiltere Kralı Edward dahil olmak üzere Batılı liderleri kendisine hayran bırakan bir zarafete sahipti.
İsmet Paşa da öyleydi.
Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu gibi siyasetçiler de “efendiliği” değer olarak kabul eden bir eğitime ve geleneğe sahiptiler. Çünkü o dönemin Türkiye’sinde efendilik, kibarlık, zarafet gibi kavramlar, bir değer ölçüsüydü.
Anneler çocuklarını “oğlum ne ayıp şey. Büyük gelince ayağa kalkacaksın, bir şey verilince teşekkür edeceksin” vs. gibi öğütlerle yetiştirirlerdi.
Zaman değişti.
Nüfus çok arttı; köylerden kentlere büyük bir akın oldu ve sonuçta ne köy ne kent değerleriyle bütünleşmiş, boşlukta sallanan elli milyon kişi ülkenin zevkini, eğlencesini, mutfağını, davranış biçimlerini belirler oldu.
Bu yeni kültürün neye benzediğini hepimiz biliyoruz. Televizyonları açıp, en çok seyredilen programlara bir gece bakmak bile bu yeni kültürü anlamak için yeterli.
Yeni Türk kültürünün en belirgin özelliklerinden birisi de kabadayı erkekler.
Bu halk her gece; kodu mu oturtan, bileği kuvvetli, yan bakana bir tane çakan delikanlılara bayılmıyor mu?
Bayılıyor.
Kurtar Vadisi’ndeki öfkeli, adamı gözleriyle öldürmek isteyen tipleri kahraman olarak sevmiyor mu?
Seviyor.
Eeeee? Neyi merak ediyorsunuz ki.
Bu halk elbette Abdülmecit Efendi’leri, Mustafa Kemal’leri hatta Adnan Menderes’leri lider seçecek değil.
Kendisine en çok benzeyen insanı, şaşmaz bir biçimde buluyor.
Demokrasi var memlekette.
Zülfü LİVANELİ
Kültür, siyaset dahil her şeyi belirler.
Bir ülkenin kültürü neyse, lideri de ona uygun olur.
Elbette ülkelerin kültürü zaman içinde değişikliğe uğrar, farklılıklar gösterir.
Mesela Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmanın ezikliğini yaşayan Almanya’nın ruhuna hitap eden lider Adolf Hitler’di.
Ama İkinci Savaş felaketinden sonra Willy Brandt gibi sol entelektüel liderleri başa getirdi. Çünkü ülkenin kültürü ve ruhu değişmişti.
***
Türkiye kültür değişiminin en çarpıcı örneklerinin yaşandığı bir ülkedir.
Yüz yıl önceki kültürümüzle hiçbir ilgimizin kalmadığını söylesem inanması zor gelir ama doğrudur. Türklerin, dünyada kendilerini temsil ettiğine inandıkları döner kebap ve göbek dansı, yüz yıl öncenin Türkiye’sinde hiç bilinmeyen şeylerdi.
Ne sarayda vardı bunlar, ne de halkta. Ama değişen kültür, göbek dansını ve döner kebabı Türkiye’nin sembolleri haline getirdi.
***
Siyasi liderler açısından da durum böyledir.
Son Halife Abdülmecit resim yapan, piyano çalan bir aristokrattı.
O dönemin siyasi figürleri, yoksul ailelerde doğmuş olsalar bile kendilerini geliştirmiş, lisan öğrenmiş kişilerdi.
Cumhuriyetin liderlerine bakalım:
Mustafa Kemal binlerce kitap okumuş, büyük çabalarla Fransızca öğrenmiş, edebiyat üzerine yazılar yazmış bir liderdi ve her görüşmede İngiltere Kralı Edward dahil olmak üzere Batılı liderleri kendisine hayran bırakan bir zarafete sahipti.
İsmet Paşa da öyleydi.
Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu gibi siyasetçiler de “efendiliği” değer olarak kabul eden bir eğitime ve geleneğe sahiptiler. Çünkü o dönemin Türkiye’sinde efendilik, kibarlık, zarafet gibi kavramlar, bir değer ölçüsüydü.
Anneler çocuklarını “oğlum ne ayıp şey. Büyük gelince ayağa kalkacaksın, bir şey verilince teşekkür edeceksin” vs. gibi öğütlerle yetiştirirlerdi.
Zaman değişti.
Nüfus çok arttı; köylerden kentlere büyük bir akın oldu ve sonuçta ne köy ne kent değerleriyle bütünleşmiş, boşlukta sallanan elli milyon kişi ülkenin zevkini, eğlencesini, mutfağını, davranış biçimlerini belirler oldu.
Bu yeni kültürün neye benzediğini hepimiz biliyoruz. Televizyonları açıp, en çok seyredilen programlara bir gece bakmak bile bu yeni kültürü anlamak için yeterli.
Yeni Türk kültürünün en belirgin özelliklerinden birisi de kabadayı erkekler.
Bu halk her gece; kodu mu oturtan, bileği kuvvetli, yan bakana bir tane çakan delikanlılara bayılmıyor mu?
Bayılıyor.
Kurtar Vadisi’ndeki öfkeli, adamı gözleriyle öldürmek isteyen tipleri kahraman olarak sevmiyor mu?
Seviyor.
Eeeee? Neyi merak ediyorsunuz ki.
Bu halk elbette Abdülmecit Efendi’leri, Mustafa Kemal’leri hatta Adnan Menderes’leri lider seçecek değil.
Kendisine en çok benzeyen insanı, şaşmaz bir biçimde buluyor.
Demokrasi var memlekette.
Zülfü LİVANELİ
kurtlar vadisi-can dundar
"Kurtlar Vadisi Irak" Türk sağının Amerika'dan kopuşunun müjdecisi
Saflara hoş geldin Polat!
Rambo-Abdullah Çatlı kırması kahraman Polat, yıllardır Amerikan saflarındaki Türk sağını "Kahrolsun Amerika" pankartının altına taşıyor. "Kurtlar Vadisi Irak", sadece yenilmişlik duygusunu gideren bir yara bandı değil, aynı zamanda Türkiye sağının yeni safının habercisi...
Nihayet bizim de bir Rambo'muz oldu. Aynı onun gibi gözüpek ve atak... Onun gibi devlet tarafından yetiştirilmiş, özel eğitimden geçirilmiş. Attığını vuruyor. Rambo gibi az konuşuyor ama konuştu mu lafını esirgemiyor.
Rambo Vietnam'a gidip esir alınan Amerikan askerlerini kurtarırdı, Polat Irak'a gidip aşağılanan Türk askerlerinin öcünü alıyor.
İşin ilginç yanı "kahraman Polat", Rambo'dan ve Hollywood'dan öğrendiği bu numaraları, onların anavatanı Amerika'ya karşı kullanıyor.
Yani "kötü Amerikalılar"ı kendi silahlarıyla vuruyor.
Tarkan'dan Polat'a
"Kurtlar Vadisi Irak"ı izlerken gençliğimde "Kahpe Bizans"ı kılıçtan geçiren Tarkan filmlerinin hazzını aldım.
"Amerikan gavuru", günahsız Iraklılara acımasızca işkence yapıp çoluk çocuk demeden kurşunlarken yan koltuğumda oturan yaşlı teyze "Allah belanızı versin. Tüh vicdansızlar" diye söylenerek ortalama Türk insanının tepkisini veriyordu.
Polat tek başına zalim Amerikan ordusunu dize getirdikçe salonumuz çocukken Yılmaz Güney filmlerinde yaptığımızı yaptı ve bu zaferi alkışlarla karşıladı.
Yara bandı
Amerikan aksiyon filmlerinin dinamik temposu ve tekniğiyle Tarkan filmlerinin hamasetini ustaca yoğuran film soluk soluğa izleniyor.
Ancak başarısının sırrını bu sürükleyicilikten ziyade, son bir yılda içine düşürüldüğümüz yenilmişlik duygusunda aramalı...
Amerikalılar ulusal kırmızı çizgilerimizi silip bir de Süleymaniye'de kafamıza o çuvalları geçirdiğinden beri ezik bir ruh haliyle geziniyoruz.
Ne savaşa girer gibi yapıp girmemiş oluşumuz ne "Biz de onların komutanını donuna kadar soyduk" türünden üste çıkan palavralarımız bu ruh halini onarmaya yetti.
Ama şimdi Polat, Irak'ta çuvallamamıza ilaç gibi gelecek bir yara bandı sunuyor bize...
Senaryo, toplumdaki anti-Amerikan hissiyata da birebir denk düşüyor.
Nihayet gerçek hayatta yapamadığımızı filmde yaptık:
Amerikalıların başına çuval attık.
Üç kişiyle ordularını dağıttık.
Sam Amca'nın göğüs kafesini yardık.
Ve filmin galasında Amerikan askerlerine uşaklık yaptırdık.
İntikamımızı aldık.
Rahatladık.
İkame kahraman
Film Ortadoğu'ya ihraç edilirse Arap dünyasında büyük seyirci bulabilir ve Polat oradaki ezik ruhlular için de ideal bir kurtarıcı kahraman olabilir.
Bu Irak'taki durumu düzeltmez tabii ama ruhumuzu ferahlatır.
Sinemanın yarattığı hayal dünyasının bir faydası da budur.
Gerçek hayatta yapamadığımız dayılanmayı perdede görmek yenilmişliğin acısını hafifletir.
Eh, onca aşağılanmadan sonra toplumların bu afyona da ihtiyacı vardır.
Sam aynı Sam, Polat niye değişti?
Tarihsel açıdan bakarsanız "Kurtlar Vadisi Irak"taki asıl yenilik, Polat'ı Amerikan karşıtı saflarda görmemiz.
Malumunuz, Polat'ın ataları 1960'larda sokaklarda "Amerikalı
evine dön" diye yürüyen öğrencilerin üzerine "Komünistler Moskova'ya" diye bağırarak saldırmış, ateş açmışlardı.
Türkiye'nin en büyük öğrenci eylemlerinden biri 1968 yazında, Amerikan 6. Filosu'nun ziyaretinde yapılmıştı ve orada "Bağımsız Türkiye" sloganıyla yürüyenlerin üzerine açılan ateşle Vedat Demircioğlu öldürülmüştü.
Filmin kötü adamı Mr. Sam Marshall'ın da isabetle hatırlattığı gibi "Amerika, anti-komünist mücadele için Polat gibileri beslemiş, palazlandırmıştı."
Onu bırakın, "Polat'ın çalıştığı" Özel Kuvvetler, Amerikan parasıyla kurulmuş ve her yıl finanse edilmişti.
Ama gün oldu, filmdeki Sam gibi Sam Amca da "Artık size ihtiyacımız yok" deyiverdi.
Öküz öldü, ortaklık bozuldu.
Nereden nereye?
1950'lerde Marshall yardımı getiren gemileri törenlerle karşılayan Türkiye şimdi "büyük şeytan"a isim diye takıyor Marshall'ı...
1960'larda İstanbul'u ziyaret eden Amerikan askerleri için kerhane duvarlarını boyatanlar şimdi Iraklı dul, zalim Amerikalının kalbini deşince alkış tutuyor.
Polat işgalcilerle sosyalist jargonla konuşuyor, "Amerikan askerlerinin patronu Amerikan kapitalizmi değil mi?" diyor.
Amerika mı değişti?
Hayır. Vietnam'dan beri
Sam aynı Sam...
Lakin 11 çuval, Türk sağına 50 yılda anlatılamayanı anlatıverdi.
1960'larda boyanan kerhane duvarları nasıl Türk-ABD yakınlaşmasının fotoğrafı olarak hafızalara kaydolduysa, sanırım "Kurtlar Vadisi Irak" da Türk sağının Washington'dan kopuşunun simgesi olarak tarihe geçecek.
Polat, Çatlı mı?
Dizideki Polat'ı ayrı değerlendirmek lazım. Ama filmdeki Polat, hiç kuşkusuz Abdullah Çatlı'yı akla getiren bir karakter olarak çizilmiş.
Gökçen Çatlı'nın babasıyla ilgili anılarını okursanız ("Babam Çatlı", Gökçen Çatlı, Timaş, 2000) Çatlı ve arkadaşlarının bir dönemki eylemlerinin benzer şekilde değerlendirildiğini görürsünüz.
Çatlı da "devlet tarafından özel olarak işe alınıp yetiştirilmiş, milleti ve devleti için her türlü tehlikeyi göze almış, gerekirse cinayet işlemiş, sonra yurtiçi ve yurtdışında sayısız operasyonlara katılıp ülke menfaatleri için çalışmış bir kahraman" olarak tarif ediliyor.
Şu farkla ki, Çatlı'nın 1970'lerde ölüm emrini verdiği ve evlerinde boğazlanarak öldürülen yedi TİP'li genç, 30 yıl sonra bugün Polat'ın boğazladığı Amerikalılar ülkelerini işgal etmesin diye uğraşıyorlardı.
Belki de filmdeki Amerikalı'nın işaret ettiği gibi, şimdi Türklerle Kürtleri birbirine düşüren de, o gün sağcılarla solcuları birbirine kırdıran da onlardı.
Polat ve arkadaşlarının bunu anlaması 30 yıla ve 30 bin cana mal oldu.
Türk sinemasının inanılmaz sıçraması
"Kurtlar Vadisi Irak"ta gözü kara Polat'ın iki adamıyla Amerikan ordusunu dize getirmesi yürek ferahlatan bir palavra olabilir.
Ama Polat'ın Hollywood'u yüreğinden hançerleyeceği şimdiden belli gibi...
Sinema izleyici istatistikleri inanılmaz bir gelişmeyi haber veriyor:
Geçen yıl Türkiye'de toplam 28 milyon biletli seyirci vardı.
Bunların 11 milyonu yerli filmleri tercih etti.
Bu, yüzde 40 civarında bir Türk filmi seyircisi demekti.
Hollywood'un ezip geçtiği Avrupa'da (Fransa hariç) ulusal sinema seyirci oranı yüzde 10'larda geziniyor.
O yüzden yüzde 40'lık yerli film seyircisi, müthiş bir rakam...
Şimdi sıkı durun; çünkü daha da büyük bir rakam geliyor:
Geçtiğimiz ocak ayında yaklaşık 6 milyon seyirci sinemaya gitmiş. Bunlardan
5 milyonu Türk filmlerini tercih etmiş.
Yani oran yüzde 80'leri aşmış.
Ki, büyük seyirci çekeceği anlaşılan "Kurtlar Vadisi Irak" yeni vizyona girdi.
Ankara Sinema Derneği Başkanı Ahmet Boyacıoğlu "Şubatta toplam seyirci 10 milyona çıkacak, bunun 9 milyonu Türk filmi seyircisi olacak" tahmininde bulunuyor ve "Bu, Türk sinemasında bir Rönesans habercisidir" diyor.
Dedim ya, Polat Amerikalıları asıl burada vuracak gibi görünüyor.
can.dundar@e-kolay.net
Saflara hoş geldin Polat!
Rambo-Abdullah Çatlı kırması kahraman Polat, yıllardır Amerikan saflarındaki Türk sağını "Kahrolsun Amerika" pankartının altına taşıyor. "Kurtlar Vadisi Irak", sadece yenilmişlik duygusunu gideren bir yara bandı değil, aynı zamanda Türkiye sağının yeni safının habercisi...
Nihayet bizim de bir Rambo'muz oldu. Aynı onun gibi gözüpek ve atak... Onun gibi devlet tarafından yetiştirilmiş, özel eğitimden geçirilmiş. Attığını vuruyor. Rambo gibi az konuşuyor ama konuştu mu lafını esirgemiyor.
Rambo Vietnam'a gidip esir alınan Amerikan askerlerini kurtarırdı, Polat Irak'a gidip aşağılanan Türk askerlerinin öcünü alıyor.
İşin ilginç yanı "kahraman Polat", Rambo'dan ve Hollywood'dan öğrendiği bu numaraları, onların anavatanı Amerika'ya karşı kullanıyor.
Yani "kötü Amerikalılar"ı kendi silahlarıyla vuruyor.
Tarkan'dan Polat'a
"Kurtlar Vadisi Irak"ı izlerken gençliğimde "Kahpe Bizans"ı kılıçtan geçiren Tarkan filmlerinin hazzını aldım.
"Amerikan gavuru", günahsız Iraklılara acımasızca işkence yapıp çoluk çocuk demeden kurşunlarken yan koltuğumda oturan yaşlı teyze "Allah belanızı versin. Tüh vicdansızlar" diye söylenerek ortalama Türk insanının tepkisini veriyordu.
Polat tek başına zalim Amerikan ordusunu dize getirdikçe salonumuz çocukken Yılmaz Güney filmlerinde yaptığımızı yaptı ve bu zaferi alkışlarla karşıladı.
Yara bandı
Amerikan aksiyon filmlerinin dinamik temposu ve tekniğiyle Tarkan filmlerinin hamasetini ustaca yoğuran film soluk soluğa izleniyor.
Ancak başarısının sırrını bu sürükleyicilikten ziyade, son bir yılda içine düşürüldüğümüz yenilmişlik duygusunda aramalı...
Amerikalılar ulusal kırmızı çizgilerimizi silip bir de Süleymaniye'de kafamıza o çuvalları geçirdiğinden beri ezik bir ruh haliyle geziniyoruz.
Ne savaşa girer gibi yapıp girmemiş oluşumuz ne "Biz de onların komutanını donuna kadar soyduk" türünden üste çıkan palavralarımız bu ruh halini onarmaya yetti.
Ama şimdi Polat, Irak'ta çuvallamamıza ilaç gibi gelecek bir yara bandı sunuyor bize...
Senaryo, toplumdaki anti-Amerikan hissiyata da birebir denk düşüyor.
Nihayet gerçek hayatta yapamadığımızı filmde yaptık:
Amerikalıların başına çuval attık.
Üç kişiyle ordularını dağıttık.
Sam Amca'nın göğüs kafesini yardık.
Ve filmin galasında Amerikan askerlerine uşaklık yaptırdık.
İntikamımızı aldık.
Rahatladık.
İkame kahraman
Film Ortadoğu'ya ihraç edilirse Arap dünyasında büyük seyirci bulabilir ve Polat oradaki ezik ruhlular için de ideal bir kurtarıcı kahraman olabilir.
Bu Irak'taki durumu düzeltmez tabii ama ruhumuzu ferahlatır.
Sinemanın yarattığı hayal dünyasının bir faydası da budur.
Gerçek hayatta yapamadığımız dayılanmayı perdede görmek yenilmişliğin acısını hafifletir.
Eh, onca aşağılanmadan sonra toplumların bu afyona da ihtiyacı vardır.
Sam aynı Sam, Polat niye değişti?
Tarihsel açıdan bakarsanız "Kurtlar Vadisi Irak"taki asıl yenilik, Polat'ı Amerikan karşıtı saflarda görmemiz.
Malumunuz, Polat'ın ataları 1960'larda sokaklarda "Amerikalı
evine dön" diye yürüyen öğrencilerin üzerine "Komünistler Moskova'ya" diye bağırarak saldırmış, ateş açmışlardı.
Türkiye'nin en büyük öğrenci eylemlerinden biri 1968 yazında, Amerikan 6. Filosu'nun ziyaretinde yapılmıştı ve orada "Bağımsız Türkiye" sloganıyla yürüyenlerin üzerine açılan ateşle Vedat Demircioğlu öldürülmüştü.
Filmin kötü adamı Mr. Sam Marshall'ın da isabetle hatırlattığı gibi "Amerika, anti-komünist mücadele için Polat gibileri beslemiş, palazlandırmıştı."
Onu bırakın, "Polat'ın çalıştığı" Özel Kuvvetler, Amerikan parasıyla kurulmuş ve her yıl finanse edilmişti.
Ama gün oldu, filmdeki Sam gibi Sam Amca da "Artık size ihtiyacımız yok" deyiverdi.
Öküz öldü, ortaklık bozuldu.
Nereden nereye?
1950'lerde Marshall yardımı getiren gemileri törenlerle karşılayan Türkiye şimdi "büyük şeytan"a isim diye takıyor Marshall'ı...
1960'larda İstanbul'u ziyaret eden Amerikan askerleri için kerhane duvarlarını boyatanlar şimdi Iraklı dul, zalim Amerikalının kalbini deşince alkış tutuyor.
Polat işgalcilerle sosyalist jargonla konuşuyor, "Amerikan askerlerinin patronu Amerikan kapitalizmi değil mi?" diyor.
Amerika mı değişti?
Hayır. Vietnam'dan beri
Sam aynı Sam...
Lakin 11 çuval, Türk sağına 50 yılda anlatılamayanı anlatıverdi.
1960'larda boyanan kerhane duvarları nasıl Türk-ABD yakınlaşmasının fotoğrafı olarak hafızalara kaydolduysa, sanırım "Kurtlar Vadisi Irak" da Türk sağının Washington'dan kopuşunun simgesi olarak tarihe geçecek.
Polat, Çatlı mı?
Dizideki Polat'ı ayrı değerlendirmek lazım. Ama filmdeki Polat, hiç kuşkusuz Abdullah Çatlı'yı akla getiren bir karakter olarak çizilmiş.
Gökçen Çatlı'nın babasıyla ilgili anılarını okursanız ("Babam Çatlı", Gökçen Çatlı, Timaş, 2000) Çatlı ve arkadaşlarının bir dönemki eylemlerinin benzer şekilde değerlendirildiğini görürsünüz.
Çatlı da "devlet tarafından özel olarak işe alınıp yetiştirilmiş, milleti ve devleti için her türlü tehlikeyi göze almış, gerekirse cinayet işlemiş, sonra yurtiçi ve yurtdışında sayısız operasyonlara katılıp ülke menfaatleri için çalışmış bir kahraman" olarak tarif ediliyor.
Şu farkla ki, Çatlı'nın 1970'lerde ölüm emrini verdiği ve evlerinde boğazlanarak öldürülen yedi TİP'li genç, 30 yıl sonra bugün Polat'ın boğazladığı Amerikalılar ülkelerini işgal etmesin diye uğraşıyorlardı.
Belki de filmdeki Amerikalı'nın işaret ettiği gibi, şimdi Türklerle Kürtleri birbirine düşüren de, o gün sağcılarla solcuları birbirine kırdıran da onlardı.
Polat ve arkadaşlarının bunu anlaması 30 yıla ve 30 bin cana mal oldu.
Türk sinemasının inanılmaz sıçraması
"Kurtlar Vadisi Irak"ta gözü kara Polat'ın iki adamıyla Amerikan ordusunu dize getirmesi yürek ferahlatan bir palavra olabilir.
Ama Polat'ın Hollywood'u yüreğinden hançerleyeceği şimdiden belli gibi...
Sinema izleyici istatistikleri inanılmaz bir gelişmeyi haber veriyor:
Geçen yıl Türkiye'de toplam 28 milyon biletli seyirci vardı.
Bunların 11 milyonu yerli filmleri tercih etti.
Bu, yüzde 40 civarında bir Türk filmi seyircisi demekti.
Hollywood'un ezip geçtiği Avrupa'da (Fransa hariç) ulusal sinema seyirci oranı yüzde 10'larda geziniyor.
O yüzden yüzde 40'lık yerli film seyircisi, müthiş bir rakam...
Şimdi sıkı durun; çünkü daha da büyük bir rakam geliyor:
Geçtiğimiz ocak ayında yaklaşık 6 milyon seyirci sinemaya gitmiş. Bunlardan
5 milyonu Türk filmlerini tercih etmiş.
Yani oran yüzde 80'leri aşmış.
Ki, büyük seyirci çekeceği anlaşılan "Kurtlar Vadisi Irak" yeni vizyona girdi.
Ankara Sinema Derneği Başkanı Ahmet Boyacıoğlu "Şubatta toplam seyirci 10 milyona çıkacak, bunun 9 milyonu Türk filmi seyircisi olacak" tahmininde bulunuyor ve "Bu, Türk sinemasında bir Rönesans habercisidir" diyor.
Dedim ya, Polat Amerikalıları asıl burada vuracak gibi görünüyor.
can.dundar@e-kolay.net
kurtlar vadisi-alin tasciyan
Alaturka bir Hollywood taklidi
'Kurtlar Vadisi Irak', teknik ve finansal yetersizlikler nedeniyle, ABD yönetiminin zaman zaman propaganda aracı olarak kullandığı Hollywood yapımlarının düşük yoğunluklu bir taklidi...
KRİTİK - Alin Taşçıyan
Kendini fazlasıyla ciddiye alan bir film "Kurtlar Vadisi Irak". Tipik bir ticari aksiyon sineması örneği olmasına rağmen "Büyük lokma ye, büyük laf etme" atasözünü hiç duymamışçasına yazılmış didaktik ve ağdalı diyaloglarıyla, tutarsız senaryosuyla izleyiciye belirli fikirler empoze etmeyi amaçlıyor. Bunu da faşizan siyasi doğruculuk ve belirli bir tarikat üzerinden - hangisi olduğunu dergâhı ve zikri izleyen bir uzmana sormalı! - dindarlıkla, resmi bağlantısı gizlenmiş örgütün silahlı eylemleriyle yapması ciddi bir etik sorun doğuruyor.
Alaturka bir kopya gibi
"Kurtlar Vadisi Irak"ı zaman zaman ABD yönetiminin propaganda aracı olarak kullanılan Hollywood yapımlarının teknik ve finansal yetersizlik nedeniyle düşük yoğunluklu bir taklidi olarak ele alabiliriz.
Gerek mizanseni gerek efektleri açısından aksiyon sineması standardını tutturan düzgün bir yapım olmasına rağmen film, biçimde elde ettiği başarıyı, Mezopotamya'nın yüzlerce yıllık geçmişini, ABD'nin dünya üzerindeki rolünü, Türk olma kavramını basite indirgeyip bölgedeki sıcak savaşa tepeden bakan bir içerik uğruna feda ediyor.
Sınırları zorlayan şiddet
Silahlı çatışmaları, takip ve patlamaları, bombalı saldırıları, kurşunlarla delik deşik olan insanları, harcanan çocukları, işkenceye uğrayan mahkûmları, böbrekleri ve başka organları, Batılı zenginlere satılmak için rızaları dışında alınanları gördükçe midemiz bulanıyor. Son yıllarda izlediğimiz "Bir Zamanlar Askerdik", "Rüzgârla Konuşanlar", "Güneşin Gözyaşları", "Kara Şahin Düştü" misali propagandist yapımların silik bir alaturka kopyası haline geliyor "Kurtlar Vadisi Irak".
Artık geniş kitlelerin midelerinin gerçek şiddeti grafik şiddet gibi kaldırabildiği keşfedildiğinden beri Hollywood'un sınırlarını zorladığı efektler, bu filmde de karşımıza çıkıyor.
ABD'lilerin Türk askerlerinin başına çuval geçirmesini hazmedemediği için önce Polat'a şikâyet mektubu yazan, sonra "Vatan sağolsun" deyip kendini vuran subay, filmimizin gidişatını da tetikliyor. İki dirhem, bir çekirdek kibar Türk rambosu Polat ve komedi üçlüsünü andıran ekibi soluğu Erbil'de alıyor.
Önce yolda görevlerini yapıp otomobili ve üstlerini aramak isteyen üç Kürt askeri vuruyorlar. Sonra Erbil'in Amerikan sermayesiyle işletilen lüks otelinin taşıyıcı kolonlarına C4 patlayıcı koyup çuvalın sorumlusu ve bölgenin zalimi, Amerikan askerlerinin sivil komutanı Sam Marshall'ı (ne isim ama; hem Sam Amca hem Marshall Planı) huzurlarına çağırıyorlar. Bu iyi çocukların dâhiyane planı şu:
Sam Marshall ve adamları, başlarına çuval geçirip basının karşısına çıkacak, Türk askerlerin intikamı alınmış olacak. Göze göz, dişe diş, çuvala çuval!
Billy Zane çok kötü
Kahramanlık payesini hak etmek için yönetmeninin ifadesiyle Türk olmaktan başka bir özelliği bulunmayan Polat'ın biraz daha ileri görüşlü olması işine yarardı. Çünkü filmin geriye kalanında boş çuval gibi oradan oraya sürüklenirken kimseye hayrı dokunamıyor.
Psikopat ve sosyopattan daha beter bir tanıma ihtiyaç duyulan kötü adam Sam, Polat'ın karşısına şeytani bir planla çıkıyor.
Billy Zane, "Titanik"teki rolüne kıyasla hem karakter hem oyunculuk açısından çok daha kötü. O kadar ki, İsa ile konuşmalarından piyano çalışına kötü adam karikatürü haline geliyor.
En iyi karakter şeyh
Mazlumlar başka âlem. En iyi karakter, bir tarikat şeyhi. Dergâhında herkese kucak açan, özlü sözlerle Müslümanları birliğe ve barışa çağıran, şiddet karşıtı, etnik köken ayırt etmeksizin herkesin saygı duyduğu Ghassan Masoud, etkileyici yüzünü görünce bizim de yumuşadığımız bir mistik. Ancak film burada da didaktik tavrını sürdürüyor. Bireysel örneklere odaklanarak Türk, Türkmen, Arap cici; Kürt ve Amerikalı kakadan sonra, Hıristiyan, Musevi, Müslüman fanatik haram, İslam Tasavvufu helal diyor, açıkça.
Böyle bir öykü anlatmak için bu kadar masrafa ve zahmete girip karşılığını da hakkıyla alan "Kurtlar Vadisi Irak" idealist bir film mi, peki? Değil, ama bir tür misyoner film olduğu söylenebilir.
Türk hükümetlerinin geçmişteki politikalarını özellikle sürekli ABD yardımı alınmasını eleştirirken "ecdadımız" diye nitelediği Osmanlı'nın bölge halkına zulüm etmeyen tek egemen güç olduğunu ileri süren; yurttaşlık açısından değil milliyet açısından Türklüğü yücelten, mistik İslam anlayışını âlemdeki birlik olarak öneren net bir tavrı var.
Bu tavrı incelikli biçimde sunamaması, doğru sözleri yazamayıp hamasi bir söylemle yetinmesi ve olay örgüsündeki gedikleri göze batar hale getirmesi senaryonun misyonunu da "Görevimiz Erbil'de Tehlike" düzeyine indirgiyor.
Dublaj önemli bir sorun
Filmin çok önemli bir başka sorunu da dublaj. Hollywood yapımlarında herkesin İngilizce konuşması hastalığı "Kurtlar Vadisi Irak"a da sirayet etmiş. Ara sıra çeşni olsun diye birkaç Kürtçe cümle ediliyor ama başroldeki Necati Şaşmaz dahil kimsenin kendi sesiyle konuşmaması kulak tırmalıyor ve yapay bir hava veriyor filme.
Serdar Akar'ın akıcı ve yerinde mizanseninin, zorlu bir projede doğru hareketleri ve açıları bulma yeteneğinin sağlam bir senaryoyla buluşmasını dört gözle bekliyoruz.
'Kurtlar Vadisi Irak', teknik ve finansal yetersizlikler nedeniyle, ABD yönetiminin zaman zaman propaganda aracı olarak kullandığı Hollywood yapımlarının düşük yoğunluklu bir taklidi...
KRİTİK - Alin Taşçıyan
Kendini fazlasıyla ciddiye alan bir film "Kurtlar Vadisi Irak". Tipik bir ticari aksiyon sineması örneği olmasına rağmen "Büyük lokma ye, büyük laf etme" atasözünü hiç duymamışçasına yazılmış didaktik ve ağdalı diyaloglarıyla, tutarsız senaryosuyla izleyiciye belirli fikirler empoze etmeyi amaçlıyor. Bunu da faşizan siyasi doğruculuk ve belirli bir tarikat üzerinden - hangisi olduğunu dergâhı ve zikri izleyen bir uzmana sormalı! - dindarlıkla, resmi bağlantısı gizlenmiş örgütün silahlı eylemleriyle yapması ciddi bir etik sorun doğuruyor.
Alaturka bir kopya gibi
"Kurtlar Vadisi Irak"ı zaman zaman ABD yönetiminin propaganda aracı olarak kullanılan Hollywood yapımlarının teknik ve finansal yetersizlik nedeniyle düşük yoğunluklu bir taklidi olarak ele alabiliriz.
Gerek mizanseni gerek efektleri açısından aksiyon sineması standardını tutturan düzgün bir yapım olmasına rağmen film, biçimde elde ettiği başarıyı, Mezopotamya'nın yüzlerce yıllık geçmişini, ABD'nin dünya üzerindeki rolünü, Türk olma kavramını basite indirgeyip bölgedeki sıcak savaşa tepeden bakan bir içerik uğruna feda ediyor.
Sınırları zorlayan şiddet
Silahlı çatışmaları, takip ve patlamaları, bombalı saldırıları, kurşunlarla delik deşik olan insanları, harcanan çocukları, işkenceye uğrayan mahkûmları, böbrekleri ve başka organları, Batılı zenginlere satılmak için rızaları dışında alınanları gördükçe midemiz bulanıyor. Son yıllarda izlediğimiz "Bir Zamanlar Askerdik", "Rüzgârla Konuşanlar", "Güneşin Gözyaşları", "Kara Şahin Düştü" misali propagandist yapımların silik bir alaturka kopyası haline geliyor "Kurtlar Vadisi Irak".
Artık geniş kitlelerin midelerinin gerçek şiddeti grafik şiddet gibi kaldırabildiği keşfedildiğinden beri Hollywood'un sınırlarını zorladığı efektler, bu filmde de karşımıza çıkıyor.
ABD'lilerin Türk askerlerinin başına çuval geçirmesini hazmedemediği için önce Polat'a şikâyet mektubu yazan, sonra "Vatan sağolsun" deyip kendini vuran subay, filmimizin gidişatını da tetikliyor. İki dirhem, bir çekirdek kibar Türk rambosu Polat ve komedi üçlüsünü andıran ekibi soluğu Erbil'de alıyor.
Önce yolda görevlerini yapıp otomobili ve üstlerini aramak isteyen üç Kürt askeri vuruyorlar. Sonra Erbil'in Amerikan sermayesiyle işletilen lüks otelinin taşıyıcı kolonlarına C4 patlayıcı koyup çuvalın sorumlusu ve bölgenin zalimi, Amerikan askerlerinin sivil komutanı Sam Marshall'ı (ne isim ama; hem Sam Amca hem Marshall Planı) huzurlarına çağırıyorlar. Bu iyi çocukların dâhiyane planı şu:
Sam Marshall ve adamları, başlarına çuval geçirip basının karşısına çıkacak, Türk askerlerin intikamı alınmış olacak. Göze göz, dişe diş, çuvala çuval!
Billy Zane çok kötü
Kahramanlık payesini hak etmek için yönetmeninin ifadesiyle Türk olmaktan başka bir özelliği bulunmayan Polat'ın biraz daha ileri görüşlü olması işine yarardı. Çünkü filmin geriye kalanında boş çuval gibi oradan oraya sürüklenirken kimseye hayrı dokunamıyor.
Psikopat ve sosyopattan daha beter bir tanıma ihtiyaç duyulan kötü adam Sam, Polat'ın karşısına şeytani bir planla çıkıyor.
Billy Zane, "Titanik"teki rolüne kıyasla hem karakter hem oyunculuk açısından çok daha kötü. O kadar ki, İsa ile konuşmalarından piyano çalışına kötü adam karikatürü haline geliyor.
En iyi karakter şeyh
Mazlumlar başka âlem. En iyi karakter, bir tarikat şeyhi. Dergâhında herkese kucak açan, özlü sözlerle Müslümanları birliğe ve barışa çağıran, şiddet karşıtı, etnik köken ayırt etmeksizin herkesin saygı duyduğu Ghassan Masoud, etkileyici yüzünü görünce bizim de yumuşadığımız bir mistik. Ancak film burada da didaktik tavrını sürdürüyor. Bireysel örneklere odaklanarak Türk, Türkmen, Arap cici; Kürt ve Amerikalı kakadan sonra, Hıristiyan, Musevi, Müslüman fanatik haram, İslam Tasavvufu helal diyor, açıkça.
Böyle bir öykü anlatmak için bu kadar masrafa ve zahmete girip karşılığını da hakkıyla alan "Kurtlar Vadisi Irak" idealist bir film mi, peki? Değil, ama bir tür misyoner film olduğu söylenebilir.
Türk hükümetlerinin geçmişteki politikalarını özellikle sürekli ABD yardımı alınmasını eleştirirken "ecdadımız" diye nitelediği Osmanlı'nın bölge halkına zulüm etmeyen tek egemen güç olduğunu ileri süren; yurttaşlık açısından değil milliyet açısından Türklüğü yücelten, mistik İslam anlayışını âlemdeki birlik olarak öneren net bir tavrı var.
Bu tavrı incelikli biçimde sunamaması, doğru sözleri yazamayıp hamasi bir söylemle yetinmesi ve olay örgüsündeki gedikleri göze batar hale getirmesi senaryonun misyonunu da "Görevimiz Erbil'de Tehlike" düzeyine indirgiyor.
Dublaj önemli bir sorun
Filmin çok önemli bir başka sorunu da dublaj. Hollywood yapımlarında herkesin İngilizce konuşması hastalığı "Kurtlar Vadisi Irak"a da sirayet etmiş. Ara sıra çeşni olsun diye birkaç Kürtçe cümle ediliyor ama başroldeki Necati Şaşmaz dahil kimsenin kendi sesiyle konuşmaması kulak tırmalıyor ve yapay bir hava veriyor filme.
Serdar Akar'ın akıcı ve yerinde mizanseninin, zorlu bir projede doğru hareketleri ve açıları bulma yeteneğinin sağlam bir senaryoyla buluşmasını dört gözle bekliyoruz.
En Önemli
EN ÖNEMLİ...
Bir zamanlar bir kralın aklına söyle bir düşünce geldi: "Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım."Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığın dört bir yanına, kim kendisine her iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir mükafat vereceğiniilan etti.Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar birbirinden tamamen farklı çıktı.
İlk soruya cevap olarak; kimileri her hareketin doğru vaktini bilmek için önceden günlerin, ayların, yılların yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak gerektiğini söylediler. "ancak böylece" dediler "herşey tam zamanında yapılabilir".Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar verilemeyeceğini, kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş olayları izleyerek en lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler. Bu defa başka bilginler de kral neler olup bittiğine ne kadar ederse etsin, tek bir kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin imkansız olduğunu; kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler.Fakat bu defa da başka bilginler; "Bir konseyin önünde beklemesi imkansız bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir kişi anında karar verebilir" dediler. "Buna karar vermek içinse neler olacağınıönceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca sihirbazlardır. Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen, sihirbazlara danışmalıdır.
İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en fazla ihtiyaç duyduğu, en gerekli kişiler bazılarına göre danışmanlar; bazılarına göre papazlar; bir kısmına göre hekimler; daha başka bir kısmına göre ise savaşçılardı.
Üçüncü soruya, yani en önemli işin ne olduğu konusuna gelince; bazıları dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta ustalaşmak; daha başkaları da dini ibadet dediler. Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiçbirisini kabul etmeyip hiç kimseye de ödül vermedi.
Ama hala doğru cevapları alamadığı için, bilgeliğiyle ünlü bir münzeviye danışmaya karar verdi.Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, yanına sade halktan başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sade elbiseler giyerek kendisini halktan biri gibi göstermeye çalıştı ve yola düştü. Münzevinin kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızını da geride bırakıp yola devam etti. Kral yaklaşırken münzevi kovuğunun önüne çiçek tarhları kazıyordu. Kralı gördü, selamlayıp kazmaya devam etti. Münzevi mecalsiz ve zayıf birisiydi;küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak çıkarıyor, soluk soluğa kalıyordu.Kral yanına gelip söyle dedi. "Ey bilge münzevi, size üç sorunun cevabını sormak için geldim. Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla muhtaç olduğum, dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem gereken insanlar kimdir? En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim isler nelerdir?"Münzevi kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuçlarına tükürüp kazmaya devam etti."Yoruldunuz" dedi kral, " Küreği bana verin de biraz dinlenin."Münzevi, "Sağ olun" diyerek küreği krala verip yere oturdu. Kral iki tarh kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine cevap vermedi; bu defa ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve söyle dedi:"Biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım."Fakat kral küreği ona vermeyip kazmaya devam etti. Bir saat geçti, bir saat daha. Güneş, ağaçların ardından batmaya başladı; sonunda kral küreği toprağa saplayıp söyle dedi: "Ey bilge kişi, senin yanına sorularıma bir cevap bulmak için geldim. Eğer cevap vermeyeceksen, söyle de evime gideyim".Münzevi, "Buraya koşarak birisi geliyor" dedi, "bakalım kim?" Kral arkasına döndüğünde bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızıyordu. Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve münzevi, hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve münzevinin havlusuyla sardı. En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince içecek bir şey istedi. Kral dereden taze su getirip ona verdi. Bu arada aksam olmuş hana soğumuştu. Kral, münzevinin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı. Kral, koşuşturmadan ve yapmış olduğu islerden öylesine yorulmuştu ki eşiğe çöktü ve uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti.
Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı. Kralın uyandığını ve kendisine baktığını gören adam; "Beni affedin" dedi,zayıf bir sesle.Kral, "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki" dedi."Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum" dedi adam. "Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza münzeviyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusulaya yattığım yerden çıkınca muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp yaraladılar. Onlardan kaçtım fakat yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı sarmasaydınız kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise hayatımı kurtardınız. Eğer yaşarsam şimdiden sonra en sadık köleniz olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi emredeceğim. Affedin beni."Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu; onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi, ayrıca mallarını iade edeceğine de söz verdi.
Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp münzeviyi aradı.Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap vermesini bir kez daha rica etmek istiyordu. Münzevi dışarıda, bir gün önce kazmış oldukları tarhlara çiçek tohumlarını ekiyordu.Kral ona yaklaştı ve söyle dedi: "Sorularıma cevap vermeniz için size son defa yalvarıyorum!"yorgun dizlerinin üstünde çömelmeye devam eden münzevi, gözlerini kaldırıp krala baktı ve,"Cevabınızı aldınız" dedi. "Nasıl aldım? Ne demek istiyorsunuz?" diye sordu kral. "Anlayamıyorsunuz" diye cevapladı münzevi. "Dün eğer benim dermansızlığıma acımayıp su tarhları kazmasaydınız, gidecek ve su adamın saldırısına uğrayacaktınız ve yanımda kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti; en önemli kişi bendim ve en önemli isiniz bana iyilik yapmaktı. Daha sonra bu adam yanımıza koşarak geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti, çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı.
Bundan sonra şu gerçeği unutmayın:Tek önemli vakit vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur, zira hiç kimse birbaşkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez; ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur.
Tolstoy - İnsan Ne İle Yaşar
Bir zamanlar bir kralın aklına söyle bir düşünce geldi: "Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım."Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığın dört bir yanına, kim kendisine her iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir mükafat vereceğiniilan etti.Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar birbirinden tamamen farklı çıktı.
İlk soruya cevap olarak; kimileri her hareketin doğru vaktini bilmek için önceden günlerin, ayların, yılların yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak gerektiğini söylediler. "ancak böylece" dediler "herşey tam zamanında yapılabilir".Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar verilemeyeceğini, kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş olayları izleyerek en lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler. Bu defa başka bilginler de kral neler olup bittiğine ne kadar ederse etsin, tek bir kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin imkansız olduğunu; kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler.Fakat bu defa da başka bilginler; "Bir konseyin önünde beklemesi imkansız bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir kişi anında karar verebilir" dediler. "Buna karar vermek içinse neler olacağınıönceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca sihirbazlardır. Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen, sihirbazlara danışmalıdır.
İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en fazla ihtiyaç duyduğu, en gerekli kişiler bazılarına göre danışmanlar; bazılarına göre papazlar; bir kısmına göre hekimler; daha başka bir kısmına göre ise savaşçılardı.
Üçüncü soruya, yani en önemli işin ne olduğu konusuna gelince; bazıları dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta ustalaşmak; daha başkaları da dini ibadet dediler. Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiçbirisini kabul etmeyip hiç kimseye de ödül vermedi.
Ama hala doğru cevapları alamadığı için, bilgeliğiyle ünlü bir münzeviye danışmaya karar verdi.Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, yanına sade halktan başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sade elbiseler giyerek kendisini halktan biri gibi göstermeye çalıştı ve yola düştü. Münzevinin kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızını da geride bırakıp yola devam etti. Kral yaklaşırken münzevi kovuğunun önüne çiçek tarhları kazıyordu. Kralı gördü, selamlayıp kazmaya devam etti. Münzevi mecalsiz ve zayıf birisiydi;küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak çıkarıyor, soluk soluğa kalıyordu.Kral yanına gelip söyle dedi. "Ey bilge münzevi, size üç sorunun cevabını sormak için geldim. Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla muhtaç olduğum, dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem gereken insanlar kimdir? En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim isler nelerdir?"Münzevi kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuçlarına tükürüp kazmaya devam etti."Yoruldunuz" dedi kral, " Küreği bana verin de biraz dinlenin."Münzevi, "Sağ olun" diyerek küreği krala verip yere oturdu. Kral iki tarh kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine cevap vermedi; bu defa ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve söyle dedi:"Biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım."Fakat kral küreği ona vermeyip kazmaya devam etti. Bir saat geçti, bir saat daha. Güneş, ağaçların ardından batmaya başladı; sonunda kral küreği toprağa saplayıp söyle dedi: "Ey bilge kişi, senin yanına sorularıma bir cevap bulmak için geldim. Eğer cevap vermeyeceksen, söyle de evime gideyim".Münzevi, "Buraya koşarak birisi geliyor" dedi, "bakalım kim?" Kral arkasına döndüğünde bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızıyordu. Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve münzevi, hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve münzevinin havlusuyla sardı. En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince içecek bir şey istedi. Kral dereden taze su getirip ona verdi. Bu arada aksam olmuş hana soğumuştu. Kral, münzevinin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı. Kral, koşuşturmadan ve yapmış olduğu islerden öylesine yorulmuştu ki eşiğe çöktü ve uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti.
Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı. Kralın uyandığını ve kendisine baktığını gören adam; "Beni affedin" dedi,zayıf bir sesle.Kral, "Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki" dedi."Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum" dedi adam. "Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza münzeviyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusulaya yattığım yerden çıkınca muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp yaraladılar. Onlardan kaçtım fakat yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı sarmasaydınız kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim, siz ise hayatımı kurtardınız. Eğer yaşarsam şimdiden sonra en sadık köleniz olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi emredeceğim. Affedin beni."Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu; onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi, ayrıca mallarını iade edeceğine de söz verdi.
Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp münzeviyi aradı.Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap vermesini bir kez daha rica etmek istiyordu. Münzevi dışarıda, bir gün önce kazmış oldukları tarhlara çiçek tohumlarını ekiyordu.Kral ona yaklaştı ve söyle dedi: "Sorularıma cevap vermeniz için size son defa yalvarıyorum!"yorgun dizlerinin üstünde çömelmeye devam eden münzevi, gözlerini kaldırıp krala baktı ve,"Cevabınızı aldınız" dedi. "Nasıl aldım? Ne demek istiyorsunuz?" diye sordu kral. "Anlayamıyorsunuz" diye cevapladı münzevi. "Dün eğer benim dermansızlığıma acımayıp su tarhları kazmasaydınız, gidecek ve su adamın saldırısına uğrayacaktınız ve yanımda kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti; en önemli kişi bendim ve en önemli isiniz bana iyilik yapmaktı. Daha sonra bu adam yanımıza koşarak geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti, çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı.
Bundan sonra şu gerçeği unutmayın:Tek önemli vakit vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur, zira hiç kimse birbaşkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez; ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur.
Tolstoy - İnsan Ne İle Yaşar
10 Haziran 2009 Çarşamba
ahmet kaya
Celal BAŞLANGIÇ / Radikal
Gittiği 'yıldızlar ve çiçekler' ülkesinden, son şarkılarından oluşan 'Hoşçakalın Gözüm' kasediyle geri döndü Ahmet Kaya. Sürgün yıllarında yaptığı 'Siz Yanmayın' şarkısında yurtdışında kendisinden 'merhaba'yı esirgeyen dostlarına sitem ediyor
Celal BAŞLANGIÇ
'Masum bir türkü, hazin bir öyküydü onun payına düşen' diye yazılmıştı. Türküye kesmiş bu hazin öykü Adıyaman'ın Malatya'ya bağlı bir ilçe olduğu yıllardan başlıyor. Aile Adıyamanlı. Sonra Malatya'ya yerleşmiş. Babası mensucat işçisi. O beş kardeşin en küçüğü.
Ortaöğrenime kadar Malatya'da geçen yıllar, bir plakçının tezgâhtarlığında sattığı Ruhi Su 45'likleri ve uzunçalarları, onları satın almaya gelen 'uzun saçlı ve paçası geniş pantolonlu gençler' yani Dev-Gençliler, kendi adlandırmasıyla 'Su'cular', onlara duyulan sempati, oturmalarına, kalkmalarına, dinlediği şarkılara, okuduğu kitaplara özenmeler...
Sonra İstanbul yılları... Tamamlanan orta öğrenim, Türkiye'nin 12 Eylül öncesi çalkantılı döneminde gelişen toplumcu düşünceleri... Saz çalmalar, koro yönetmeler,
beste yapmalar...
O yıllarda Ruhi Su ile tanışır. "Arkadaş da saz çalıyor" derler Ruhi Su'ya. O da üstadın 'Mahsus Mahal'ini okur. Tam türkünün ortasında sazının sapını tutar Ruhi Su, "Bağlama böyle döver gibi çalınmaz" diye. Çok saygısı vardır Ruhi Su'ya ama bu davranışına da bozulur. "Keşke engellemeseydi, yasaklamasaydı da doğru yönlendirseydi" diye düşünür ve bu yüzden olsa gerek, onun muhalif kişiliğine tam da uygun bir davranışla ilk profesyonel konserinin adını 'Bağlama Böyle de Çalınır' koyar.
Şarkıdaki sakıncalı yer
Üniversite konserlerinde, devrimci gecelerde sahneye çıkar hep. Elinde besteleri vardır ama kasedini bir türlü çıkartamaz. Götürdüğü plakçılar hep "Bu ne? Halk müziği değil, pop müziği değil, Türk sanat müziği değil. Bu şarkıların ne olduğu belli değil. Ben bunu çıkartmam" der. Bir türlü yayınlatamaz kasedini. Sonunda bir arkadaşı fotoğraf makinesini satar, biraz da annesinden borç alır ve ilk albümünü hazırlar. Bir plakçı da hiçbir ödeme yapmadan çoğaltmayı kabul eder.
Ama kaset toplatılır. Çünkü ilk kasedinin içindeki bir parçada, 'Çok uzakta öyle bir yer var/O yerlerde mutluluklar/Bölüşülmeye hazır bir hayat var' sözleri yer almaktadır. Mahkeme, "O yer de neresi" diye sorar ve o yerin hiç de iyi bir yer olmadığını düşünerek ilk kasedini yasaklar. Ancak 'Danıştay kararıyla' kaset piyasaya yeniden çıkabilir. Bu yüzden de büyük ilgi görür. İstemeden de olsa ilk kasedini yasaklayanlar büyük bir reklam yapma fırsatı vermişlerdir ona.
1985'li yıllar. Bir yandan cezaevlerinden tahliyeler başlıyor yavaş yavaş. Çocukları cezaevinde olan aileler örgütleniyor. İnsan Hakları Derneği kuruluyor. Bir yanda 12 Eylül'ün süren korkuları, diğer yandan türküleriyle başkaldıran bir türkücü var. O yıllarda, 'Beni buralarda arama anne' diye sesleniyor. Cumartesi Anneleri'nin kayıp çocukları için alanlara çıkması onun dilinde, 'Beni Bul Anne' türküsüne dönüşüyor. Hep Türkiye'nin toplumsal gidişatının nabzını tutan, paralellikleri yakalayan bir sanatçıdır o. Konserleri yasaklanır, izin verilen konserleri öncesi gözaltına alınır, hırpalanır, konserlerine iki saat geç de olsa gözaltından çıkıp düğmesi kopartılmış gömlekle de olsa yine çıkar sahneye. O bir isyankârdır, türküleriyle, dokunaklı sesi, insanın duygularını yakalayan müziğiyle başkaldırının
bir başka adıdır.
1999'un Şubat'ı gelmiştir. Bir ödül gecesi vardır İstanbul'da. Ona da ödül vermişlerdir.
Sahneye çıkar, ödülünü alır ve "Bir tane Kürtçe şarkı okumak istiyorum, ona bir de klip yapmak istiyorum" der. İşte o anda olan olur. Anında bir linç ortamı yaratılır.
"Bölücü" diye üzerine yürümeler, bir orgazm halinde "10. Yıl Marşı" okumalar, ertesi gün gazetelerin başlıkları, televizyonların haberleri... Sanki McCarthey'cilik hortlamıştır.
Birkaç gün sonra bir gazete manşet atar "Olmadı gözüm" diye. Berlin'de bir konser vermiştir. Arkasında bir harita ve haritanın üzerinde Abdullah Öcalan'ın fotoğrafı vardır. Devlet Güvenlik Mahkemesi hemen harekete geçer. Hem ödül gecesinde söylediklerinden, hem de 1993'te Berlin'de verdiği iddia edilen konserden dolayı gözaltına alınır, dava açılır.
Çevresindeki herkes şaşırmıştır. En çok şaşıranlardan biri de eşi Gülten'dir:
"1993 yılında Berlin'de bir konser verildiği iddiası var. O yıl böyle bir konser vermedi. Pasaportundaki giriş çıkış damgalarına baktık. Orada da görünmüyor. Görünen bir tek 1994 yılında Berlin'de Alevi Esnaflar Birliği için verdiği bir konser var. Ona Türkiye'den başka sanatçılar da katılmış. O da açıklamadı o sanatçıların ismini, ben de açıklamayacağım. Ama bu örgüt dünyanın her yerindeki Alevilerin meslek kuruluşu. Politik bir yanı yok. Yani Öcalan'ın resmi orada asılı olamaz. Olsa bile bir sanatçı salonun dekorasyonundan, güvenliğinden sorumlu olamaz. Alevi Esnaflar Birliği'ne bir yazı yazdık. Onlar da mahkemeye kendi kaşeleri, antetli kâğıtları ile bir yazı göndererek meslek kuruluşu olduklarını, PKK ile bir ilgilerinin bulunmadığını bildirdiler. Bu yazı mahkeme dosyasına girdi. Basına da dağıtıldı. Ama hiçbir şekilde bu haber basılmadı. Bir de 1993 yılında böyle bir 'bölücü' görüntü altında konser verdiğini iddia ettiği sanatçıya aynı gazete 1994 yılında da ödül vermiş. En büyük çelişki, sesini halka ulaştıramadı tüm gerçekleri mahkemede tek tek açıklamasına karşın. Gazeteciler duruşmayı izlediler, yine de yazmadılar."
Yalan haber bombardımanı
Yurtdışına bir turne yapması gerekiyordu şubat ayında ama bu olaylar olunca, turnesini bahara ertelemişti. Bahar aylarına da DGM duruşmaları rastladı. Konserlerini yaza erteledi. Bu sırada DGM yurtdışına çıkış yasağı koymuştu. İsteği üzerine mahkeme çıkış yasağını kaldırdı. O da bir
elinde sazı, diğer elinde küçük bir çantası, yasal pasaportu ve vizesiyle yurtdışına
çıktı. Gerisini eşi Gülten'den dinleyelim:
"Avrupa'da konserler verirken öyle yalan haber bombardımanı başladı ki, her konserinden sonra bir yalan haber yayımlanıyordu aleyhinde. Adeta bilerek geri dönmesinin yolları kapatılıyordu. Çünkü iki seçenek sunuyorlardı. Ya geri dönecek cezaevinde yaşayacak. Ya da Avrupa'da sürgünde yaşayacak. Orada kalmayı tercih etti."
Açıklamalar gönderir, yalan haberleri tekzip eder ama yine de sesini duyuramaz. Bu sırada davalar peş peşe açılmaktadır. O da kullanabileceği tek kürsüyü kullanıp Medya TV'ye çıktı, aleyhinde çıkan bütün haberleri
yalanladı. Ama o da gerekli yerler tarafından
duyulmadı. O artık Avrupa'da bir sürgündü. Eşi Gülten'e göre bu topraklar dışında yaşayabilecek en son kişiydi o.
Kaktüs kilde yaşamaz
"Türkiye kumlu bir toprak. Kaktüs bitkisi kumlu topraklarda var olur. O bir kaktüstü. Dikenleri olan bir kaktüs. Dikenleri zaman zaman birilerine batan bir kaktüs. Onu kumlu topraktan alıp kaktüs olarak killi toprağa diktiler. Orada var olamadı. Olamazdı da."
Yaptığı beş yıllık planları Türkiye'de kalmıştı. Pir Sultan Abdal'ı, Dadaloğlu'nu çıplak bağlama ile yeniden yorumlayacaktı, Kurtuluş Savaşı Destanı'nı besteleyecekti. Kendi stüdyosunu kurmuştu. Hatta Türkiye'ye döner dönmez dokuz parçası hazır olan bir kaset çıkartacaktı.
Kendisiyle söyleşi yapan gazeteciye "Her an Türkiye'ye gidebilirim" diyordu "Şimdi şu
röportaj biter bitmez bile gidebilirim. Herkes benim gemilerimi yaktığımı düşünüyor ama ben bir kenara küçük bir sandal bağlamış durumdayım. Bir gecede sandalın iplerini çözerim ve karanlık sularda Türkiye'ye doğru yol alabilirim. Hiçbirinizin haberi olmaz."
Ama daha fazla yüreği dayanmadı Ahmet Kaya'nın. Bir anda eşi Gülten Kaya'nın deyişiyle 'yıldızlar ve çiçekler ülkesi'ne gitti bir kasım sabahı. Ama şimdi, son şarkılarından oluşan albümüyle yeniden karşımızda Ahmet Kaya. Bize "Hoşçakalın Gözüm" diyor. Aslında bu bir yeniden merhaba.
Kasedin sürgünle başlayıp ölümle biten bir konsepti var. Yurtdışındayken yaptığı tek bir parça albümün açılışını yapıyor. Adı 'Siz Yanmayın'. Bu parçasında, yurtdışında yaşadığı yalnızlık günlerinden kalma bir kırgınlığını da dile getiriyor Ahmet Kaya:
"Burada, bu şarkımı söylerken, benim Türkiye'de yaşadığım çok zor günlerde, bir merhabasını istediğim, fakat o merhabayı benden esirgeyen, ulusal anlamda bu kaderi paylaştığım, bütün arkadaşlarıma ve dostlarıma ince bir sitemdir... Umarım bunu anlarlar."
Herkesin Ahmet'i Sanki başına gelecekleri daha yurtdışına çıkmadan biliyordu da o yüzden 'Ya beni sararsa/Memleket hasreti' diye sormuş, 'Nedir bu başımdaki felaket/Kırk yıldır sefalette bu Ahmet/ Kefenimi alın, dikin bir zahmet/ Gömün beni, gömün beni bir başıma' demiş.
Albümde bir de mektubu var Ahmet Kaya'nın.
'Yıldızlar ve çiçekler ülkesi'nden göndermiş:
"Ben, kendisini 'Dünyalı' gören diğer bütün insanlar gibi ulusal ve kültürel kimliğimi gururla ve inatla savunurken, aidiyetimi bilmek istedim. Ben, hâlâ kayıp ya da tamamen yitirilmiş evlatlarını göğüslerinde taşıyan her bir anneye, tepeden tırnağa oğula ve kıza kesmiş bir ülke vermek istedim.
Ben, dört duvar arasında darda kalanlara hep güneş olmak istedim. Sokakta dövülen üniversiteliye, başörtülüye, memur ve işçiye aynı yaşlı gözlerle bakarken, herkesin Ahmet'i olmak istedim. Ben demokrasiyi, barışı, kardeşliği ve insanlığa yakışan diğer bütün değerleri sevdim. Ben dünyadaki bütün halkların kol kola girip devasa bir halaya durabileceği hayalleri kurdum ve 'Türkiyeli Kürt Ahmet' olmaktan gurur duydum.
Bunda ısrarla kötü olan bir şeyler arayanlara inat, bunları yaparken bütün gücümü sizlerden ve şarkılarımdan aldığım için alnım o kadar açık ki... Sevgili Yusuf'umun yazdığı gibi 'sizlere yüzyıllardır
sesini kaybetmiş bir türkü söyleyecektim'. Bu türkü değil, bu türküden korkanlar kalbimi o kadar yordular ki... Neyse, nasılsa yine yazarım sizlere... Şimdilik Hoşçakalın gözüm! Hoşçakal ey sevgilim Türkiye!"
Artık Kürtçe klibi de var
Yeni bir de klibi var artık Ahmet'in. Hani o "Yapacağım" dediği için linç edilmek istendiği Kürtçe türkü var ya, onu da yapmış Ahmet. Hem de "Yapacağım" dediği klibiyle birlikte. Sözü ve müziği Suriyeli ozan Xoşnaw Tilli'ye ait. "Çeşmeler akıyor/Kervan gidiyor" diye başlıyor sözleri, "Söyle anne ve babaya/Yol gözleyen sevgiliye/Geleceğim/O gün gelecek" diyen bir özlem türküsü. Ahmet'in çok istediği gibi artık bir Kürtçe şarkısı ve o şarkının bir klibi de var.
İnternetteki sitesine interaktif olarak girip aralarında konuşanlar Ahmet'in aslında ölmediğini, Fransa'daki Pere La Chaise Mezarlığı'nda yatmadığını, saçlarını kestirmiş ve zayıflamış olarak kısa bir süre sonra Türkiye'ye döneceğine inanıyorlar.
Gittiği 'yıldızlar ve çiçekler' ülkesinden bir demet türküyle döndü Ahmet 'Hoşçakalın Gözüm' diye. Ne denir. Hoş geldin gözüm Ahmet Kaya! Hoş geldin!
NOT:
Bu yazı Radikal Gazetesinin 7 Temmuz 2001 tarihli sayısından alınmıştır.
Gittiği 'yıldızlar ve çiçekler' ülkesinden, son şarkılarından oluşan 'Hoşçakalın Gözüm' kasediyle geri döndü Ahmet Kaya. Sürgün yıllarında yaptığı 'Siz Yanmayın' şarkısında yurtdışında kendisinden 'merhaba'yı esirgeyen dostlarına sitem ediyor
Celal BAŞLANGIÇ
'Masum bir türkü, hazin bir öyküydü onun payına düşen' diye yazılmıştı. Türküye kesmiş bu hazin öykü Adıyaman'ın Malatya'ya bağlı bir ilçe olduğu yıllardan başlıyor. Aile Adıyamanlı. Sonra Malatya'ya yerleşmiş. Babası mensucat işçisi. O beş kardeşin en küçüğü.
Ortaöğrenime kadar Malatya'da geçen yıllar, bir plakçının tezgâhtarlığında sattığı Ruhi Su 45'likleri ve uzunçalarları, onları satın almaya gelen 'uzun saçlı ve paçası geniş pantolonlu gençler' yani Dev-Gençliler, kendi adlandırmasıyla 'Su'cular', onlara duyulan sempati, oturmalarına, kalkmalarına, dinlediği şarkılara, okuduğu kitaplara özenmeler...
Sonra İstanbul yılları... Tamamlanan orta öğrenim, Türkiye'nin 12 Eylül öncesi çalkantılı döneminde gelişen toplumcu düşünceleri... Saz çalmalar, koro yönetmeler,
beste yapmalar...
O yıllarda Ruhi Su ile tanışır. "Arkadaş da saz çalıyor" derler Ruhi Su'ya. O da üstadın 'Mahsus Mahal'ini okur. Tam türkünün ortasında sazının sapını tutar Ruhi Su, "Bağlama böyle döver gibi çalınmaz" diye. Çok saygısı vardır Ruhi Su'ya ama bu davranışına da bozulur. "Keşke engellemeseydi, yasaklamasaydı da doğru yönlendirseydi" diye düşünür ve bu yüzden olsa gerek, onun muhalif kişiliğine tam da uygun bir davranışla ilk profesyonel konserinin adını 'Bağlama Böyle de Çalınır' koyar.
Şarkıdaki sakıncalı yer
Üniversite konserlerinde, devrimci gecelerde sahneye çıkar hep. Elinde besteleri vardır ama kasedini bir türlü çıkartamaz. Götürdüğü plakçılar hep "Bu ne? Halk müziği değil, pop müziği değil, Türk sanat müziği değil. Bu şarkıların ne olduğu belli değil. Ben bunu çıkartmam" der. Bir türlü yayınlatamaz kasedini. Sonunda bir arkadaşı fotoğraf makinesini satar, biraz da annesinden borç alır ve ilk albümünü hazırlar. Bir plakçı da hiçbir ödeme yapmadan çoğaltmayı kabul eder.
Ama kaset toplatılır. Çünkü ilk kasedinin içindeki bir parçada, 'Çok uzakta öyle bir yer var/O yerlerde mutluluklar/Bölüşülmeye hazır bir hayat var' sözleri yer almaktadır. Mahkeme, "O yer de neresi" diye sorar ve o yerin hiç de iyi bir yer olmadığını düşünerek ilk kasedini yasaklar. Ancak 'Danıştay kararıyla' kaset piyasaya yeniden çıkabilir. Bu yüzden de büyük ilgi görür. İstemeden de olsa ilk kasedini yasaklayanlar büyük bir reklam yapma fırsatı vermişlerdir ona.
1985'li yıllar. Bir yandan cezaevlerinden tahliyeler başlıyor yavaş yavaş. Çocukları cezaevinde olan aileler örgütleniyor. İnsan Hakları Derneği kuruluyor. Bir yanda 12 Eylül'ün süren korkuları, diğer yandan türküleriyle başkaldıran bir türkücü var. O yıllarda, 'Beni buralarda arama anne' diye sesleniyor. Cumartesi Anneleri'nin kayıp çocukları için alanlara çıkması onun dilinde, 'Beni Bul Anne' türküsüne dönüşüyor. Hep Türkiye'nin toplumsal gidişatının nabzını tutan, paralellikleri yakalayan bir sanatçıdır o. Konserleri yasaklanır, izin verilen konserleri öncesi gözaltına alınır, hırpalanır, konserlerine iki saat geç de olsa gözaltından çıkıp düğmesi kopartılmış gömlekle de olsa yine çıkar sahneye. O bir isyankârdır, türküleriyle, dokunaklı sesi, insanın duygularını yakalayan müziğiyle başkaldırının
bir başka adıdır.
1999'un Şubat'ı gelmiştir. Bir ödül gecesi vardır İstanbul'da. Ona da ödül vermişlerdir.
Sahneye çıkar, ödülünü alır ve "Bir tane Kürtçe şarkı okumak istiyorum, ona bir de klip yapmak istiyorum" der. İşte o anda olan olur. Anında bir linç ortamı yaratılır.
"Bölücü" diye üzerine yürümeler, bir orgazm halinde "10. Yıl Marşı" okumalar, ertesi gün gazetelerin başlıkları, televizyonların haberleri... Sanki McCarthey'cilik hortlamıştır.
Birkaç gün sonra bir gazete manşet atar "Olmadı gözüm" diye. Berlin'de bir konser vermiştir. Arkasında bir harita ve haritanın üzerinde Abdullah Öcalan'ın fotoğrafı vardır. Devlet Güvenlik Mahkemesi hemen harekete geçer. Hem ödül gecesinde söylediklerinden, hem de 1993'te Berlin'de verdiği iddia edilen konserden dolayı gözaltına alınır, dava açılır.
Çevresindeki herkes şaşırmıştır. En çok şaşıranlardan biri de eşi Gülten'dir:
"1993 yılında Berlin'de bir konser verildiği iddiası var. O yıl böyle bir konser vermedi. Pasaportundaki giriş çıkış damgalarına baktık. Orada da görünmüyor. Görünen bir tek 1994 yılında Berlin'de Alevi Esnaflar Birliği için verdiği bir konser var. Ona Türkiye'den başka sanatçılar da katılmış. O da açıklamadı o sanatçıların ismini, ben de açıklamayacağım. Ama bu örgüt dünyanın her yerindeki Alevilerin meslek kuruluşu. Politik bir yanı yok. Yani Öcalan'ın resmi orada asılı olamaz. Olsa bile bir sanatçı salonun dekorasyonundan, güvenliğinden sorumlu olamaz. Alevi Esnaflar Birliği'ne bir yazı yazdık. Onlar da mahkemeye kendi kaşeleri, antetli kâğıtları ile bir yazı göndererek meslek kuruluşu olduklarını, PKK ile bir ilgilerinin bulunmadığını bildirdiler. Bu yazı mahkeme dosyasına girdi. Basına da dağıtıldı. Ama hiçbir şekilde bu haber basılmadı. Bir de 1993 yılında böyle bir 'bölücü' görüntü altında konser verdiğini iddia ettiği sanatçıya aynı gazete 1994 yılında da ödül vermiş. En büyük çelişki, sesini halka ulaştıramadı tüm gerçekleri mahkemede tek tek açıklamasına karşın. Gazeteciler duruşmayı izlediler, yine de yazmadılar."
Yalan haber bombardımanı
Yurtdışına bir turne yapması gerekiyordu şubat ayında ama bu olaylar olunca, turnesini bahara ertelemişti. Bahar aylarına da DGM duruşmaları rastladı. Konserlerini yaza erteledi. Bu sırada DGM yurtdışına çıkış yasağı koymuştu. İsteği üzerine mahkeme çıkış yasağını kaldırdı. O da bir
elinde sazı, diğer elinde küçük bir çantası, yasal pasaportu ve vizesiyle yurtdışına
çıktı. Gerisini eşi Gülten'den dinleyelim:
"Avrupa'da konserler verirken öyle yalan haber bombardımanı başladı ki, her konserinden sonra bir yalan haber yayımlanıyordu aleyhinde. Adeta bilerek geri dönmesinin yolları kapatılıyordu. Çünkü iki seçenek sunuyorlardı. Ya geri dönecek cezaevinde yaşayacak. Ya da Avrupa'da sürgünde yaşayacak. Orada kalmayı tercih etti."
Açıklamalar gönderir, yalan haberleri tekzip eder ama yine de sesini duyuramaz. Bu sırada davalar peş peşe açılmaktadır. O da kullanabileceği tek kürsüyü kullanıp Medya TV'ye çıktı, aleyhinde çıkan bütün haberleri
yalanladı. Ama o da gerekli yerler tarafından
duyulmadı. O artık Avrupa'da bir sürgündü. Eşi Gülten'e göre bu topraklar dışında yaşayabilecek en son kişiydi o.
Kaktüs kilde yaşamaz
"Türkiye kumlu bir toprak. Kaktüs bitkisi kumlu topraklarda var olur. O bir kaktüstü. Dikenleri olan bir kaktüs. Dikenleri zaman zaman birilerine batan bir kaktüs. Onu kumlu topraktan alıp kaktüs olarak killi toprağa diktiler. Orada var olamadı. Olamazdı da."
Yaptığı beş yıllık planları Türkiye'de kalmıştı. Pir Sultan Abdal'ı, Dadaloğlu'nu çıplak bağlama ile yeniden yorumlayacaktı, Kurtuluş Savaşı Destanı'nı besteleyecekti. Kendi stüdyosunu kurmuştu. Hatta Türkiye'ye döner dönmez dokuz parçası hazır olan bir kaset çıkartacaktı.
Kendisiyle söyleşi yapan gazeteciye "Her an Türkiye'ye gidebilirim" diyordu "Şimdi şu
röportaj biter bitmez bile gidebilirim. Herkes benim gemilerimi yaktığımı düşünüyor ama ben bir kenara küçük bir sandal bağlamış durumdayım. Bir gecede sandalın iplerini çözerim ve karanlık sularda Türkiye'ye doğru yol alabilirim. Hiçbirinizin haberi olmaz."
Ama daha fazla yüreği dayanmadı Ahmet Kaya'nın. Bir anda eşi Gülten Kaya'nın deyişiyle 'yıldızlar ve çiçekler ülkesi'ne gitti bir kasım sabahı. Ama şimdi, son şarkılarından oluşan albümüyle yeniden karşımızda Ahmet Kaya. Bize "Hoşçakalın Gözüm" diyor. Aslında bu bir yeniden merhaba.
Kasedin sürgünle başlayıp ölümle biten bir konsepti var. Yurtdışındayken yaptığı tek bir parça albümün açılışını yapıyor. Adı 'Siz Yanmayın'. Bu parçasında, yurtdışında yaşadığı yalnızlık günlerinden kalma bir kırgınlığını da dile getiriyor Ahmet Kaya:
"Burada, bu şarkımı söylerken, benim Türkiye'de yaşadığım çok zor günlerde, bir merhabasını istediğim, fakat o merhabayı benden esirgeyen, ulusal anlamda bu kaderi paylaştığım, bütün arkadaşlarıma ve dostlarıma ince bir sitemdir... Umarım bunu anlarlar."
Herkesin Ahmet'i Sanki başına gelecekleri daha yurtdışına çıkmadan biliyordu da o yüzden 'Ya beni sararsa/Memleket hasreti' diye sormuş, 'Nedir bu başımdaki felaket/Kırk yıldır sefalette bu Ahmet/ Kefenimi alın, dikin bir zahmet/ Gömün beni, gömün beni bir başıma' demiş.
Albümde bir de mektubu var Ahmet Kaya'nın.
'Yıldızlar ve çiçekler ülkesi'nden göndermiş:
"Ben, kendisini 'Dünyalı' gören diğer bütün insanlar gibi ulusal ve kültürel kimliğimi gururla ve inatla savunurken, aidiyetimi bilmek istedim. Ben, hâlâ kayıp ya da tamamen yitirilmiş evlatlarını göğüslerinde taşıyan her bir anneye, tepeden tırnağa oğula ve kıza kesmiş bir ülke vermek istedim.
Ben, dört duvar arasında darda kalanlara hep güneş olmak istedim. Sokakta dövülen üniversiteliye, başörtülüye, memur ve işçiye aynı yaşlı gözlerle bakarken, herkesin Ahmet'i olmak istedim. Ben demokrasiyi, barışı, kardeşliği ve insanlığa yakışan diğer bütün değerleri sevdim. Ben dünyadaki bütün halkların kol kola girip devasa bir halaya durabileceği hayalleri kurdum ve 'Türkiyeli Kürt Ahmet' olmaktan gurur duydum.
Bunda ısrarla kötü olan bir şeyler arayanlara inat, bunları yaparken bütün gücümü sizlerden ve şarkılarımdan aldığım için alnım o kadar açık ki... Sevgili Yusuf'umun yazdığı gibi 'sizlere yüzyıllardır
sesini kaybetmiş bir türkü söyleyecektim'. Bu türkü değil, bu türküden korkanlar kalbimi o kadar yordular ki... Neyse, nasılsa yine yazarım sizlere... Şimdilik Hoşçakalın gözüm! Hoşçakal ey sevgilim Türkiye!"
Artık Kürtçe klibi de var
Yeni bir de klibi var artık Ahmet'in. Hani o "Yapacağım" dediği için linç edilmek istendiği Kürtçe türkü var ya, onu da yapmış Ahmet. Hem de "Yapacağım" dediği klibiyle birlikte. Sözü ve müziği Suriyeli ozan Xoşnaw Tilli'ye ait. "Çeşmeler akıyor/Kervan gidiyor" diye başlıyor sözleri, "Söyle anne ve babaya/Yol gözleyen sevgiliye/Geleceğim/O gün gelecek" diyen bir özlem türküsü. Ahmet'in çok istediği gibi artık bir Kürtçe şarkısı ve o şarkının bir klibi de var.
İnternetteki sitesine interaktif olarak girip aralarında konuşanlar Ahmet'in aslında ölmediğini, Fransa'daki Pere La Chaise Mezarlığı'nda yatmadığını, saçlarını kestirmiş ve zayıflamış olarak kısa bir süre sonra Türkiye'ye döneceğine inanıyorlar.
Gittiği 'yıldızlar ve çiçekler' ülkesinden bir demet türküyle döndü Ahmet 'Hoşçakalın Gözüm' diye. Ne denir. Hoş geldin gözüm Ahmet Kaya! Hoş geldin!
NOT:
Bu yazı Radikal Gazetesinin 7 Temmuz 2001 tarihli sayısından alınmıştır.
atesli masal-cetin altan
Ateşli masal
ÜşüyorlardıÇoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı üşüyorlardı.Dereler buz tutmuştu. Dağlar karlarla kaplıydı. Dondurucu bir rüzgaresiyordu.Üşüyorlardı.Elleri, kulakları, burunları morarmıştı. Dişleri birbirine çarpıyordu.Kundaktaki bebekler uyuyuveriyorlar ve bir daha uyanmıyorlardı. İhtiyarlarsendeleyerek yerlere düşüyorlardı:- Bırakın uyuyalım biz de, diyorlardı.Biri:- Ateş yakalım, dedi.İtiraz ettiler:- Odunu nerden bulacaksın, bulsan da tutuşmaz, hepsi ıslak. Yakacağımız ateşkime yetecek.Biri:- Böyle felce uğramış fareler gibi ölümü bekleyemeyiz, diyordu. Toplanın,odun taşıyalım, ateş yakalım.Bir başkası:- Ben gelirim, dedi.Bir başkası daha:- Ben de, dedi.- Haydi hep beraber, odun bulalım, yakalım ateşi...Canlanır gibi oldular. Son bir enerjiyle sağa sola seyirttiler. Çocuklar,gençler, kızlar, erkekler karları eşeliyor, kökleri çıkartıyor, kırıkağaçları topluyor, odun taşıyorlardı.Gelen odunlar ortaya tepeleme yığılmaya başlamıştı...İçlerinden en ustası kavı çaktı. Kuru dalların en incesini tutuşturmayabaşladı. Hep birlikte eğilmişler, üflüyorlardı. Küçük bir alev parladı. Birince dal daha koydular üstüne, bir ince dal daha... Alev azıcık büyüdü.Üflüyorlardı... Yavaş yavaş dil vermeye başladı alevler. Odunlarçıtırdıyordu. Alevler kollarıyla sarmaya başladılar odunları... Herkesinyüzü birden gülmüştü. İhtiyarlar çömelmişler ellerini ısıtıyorlardı. Ateşadamakıllı canlanmaya başlamıştı. Bebekler kendilerine gelmişler,bağırıyorlardı.Biri: - Söndürmeyelim bu ateşi, diyordu. Daha odun getirelim, daha odun...Artık boyuna odun toplanıyordu. Gidenler kucak kucak odunlarla geliyorlar,ateşe tepeleme yığıyorlardı.Aralarında ekipler ayırdılar. Durmadan nöbetleşe odun taşıyacaklardı.Ateşle hep birlikte ısınacaklardı. Donmayacaklardı, ölmeyeceklerdi.Ama aralarında bir hain vardı. O içinden: - Hele gece olsun ben buradanazıcık ateş apartır bir tenhada keyfime bakarım, ne diye dağ tepe dolaşıpodun taşıyacakmışım, diyordu.Gece oldu. Herkes uykuya daldı. O, nöbet tutmaya gönüllü çıkmıştı.- Sizler uyuyun, sizin hatırınıza ben beklerim ateşi, hiç korkmayın,demişti.Ve herkes en derin uykusundayken, yanmamış kalın odunlarla ateşi çalıp birbayırın kuytusuna kendisi için gizli bir ocak yapmıştı.Sabahleyin ateşin çalınmış olduğunu kimse farketmedi. Yine herkes oduntoplamaya dağıldı. Gece ateşi çalan, göze görünmeden kendi ocağının başınatüymüş yan gelmişti. Ötekiler boyuna uğraşıyor savaşıyor, oduntopluyorlardı. O ise onlarla alay ediyordu:- Enayi gibi yoruluyorlar, diyordu.Bir aralık doğrulur gibi oldu. Kafileden bir erkekle göz göze geldi. Adamsoruyordu:- Ne yapıyorsun burada?- Hişt sesini çıkarma, dedi. Deli misin, gidip odun toplayacak. Gel beraberısınalım burada.İkisi beraber odun toplamadan ısınmaya başladılar. Kimse fark etmesin diyearada bir ortalıkta görünüyor, ötekileri teşvik ediyorlardı:- Haydi, dayanın, toplayıp, hepimiz böyle kurtulacağız.Ve geceleri yine ateşten büyükçe parçalar çalıyorlardı.Birkaç gün sonra hainin yanındakilerin sayısı dörde, beşe çıkmıştı.Aralarında kıs kıs gülüyorlar, zekalarını övüyorlardı.Ötekiler boyuna odun taşıyor, didinip yoruluyorlardı. Ancak gizlice ateşiçalan başka hainler de çıkmaya başlamıştı. Ortadaki ateş küçülüyordu. Asılodunları taşıyanlar ısınamaz olmuşlardı. Birkaç kişi meseleyi farketti:- Aramızda hainler var, ateşimizi çalıyorlar, dediler.Bu söz herkesi uyaracağına, tam tersine onların da aklını çeldi. Her biri:- Dur ben de biraz ateş çalayım, diye düşünmeye başladı...Sonunda bir gece yarısı ateşi çalmak isteyenlerin arasında bir kavgabaşladı: - Bırak onu ben alacağım.- Sen aldığın kadar aldın, o benim...Kimse artık odun taşımayı düşünmüyordu. Son ateşleri de çalma yarışınagirmişlerdi. Ateş iyice ufalıyor bitiyordu. Ve onlar kavga ediyorlardı:- Bırak onu ben alacağım...- Kafanı kırarım o benim...Ve ateş söndü. Odun taşımadan ısınmanın yolunu ararken, hepsi birden donupöldüler.Hainlik etmeyip hep birlikte çalışsalardı, şimdi daha sıcak, daha sıcak, daha sıcak yaşayacaklardı.Not: 36 yıl önce yazılmış bir yazı... "Geçip giderken"den...
ÇETİN ALTAN
ÜşüyorlardıÇoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı üşüyorlardı.Dereler buz tutmuştu. Dağlar karlarla kaplıydı. Dondurucu bir rüzgaresiyordu.Üşüyorlardı.Elleri, kulakları, burunları morarmıştı. Dişleri birbirine çarpıyordu.Kundaktaki bebekler uyuyuveriyorlar ve bir daha uyanmıyorlardı. İhtiyarlarsendeleyerek yerlere düşüyorlardı:- Bırakın uyuyalım biz de, diyorlardı.Biri:- Ateş yakalım, dedi.İtiraz ettiler:- Odunu nerden bulacaksın, bulsan da tutuşmaz, hepsi ıslak. Yakacağımız ateşkime yetecek.Biri:- Böyle felce uğramış fareler gibi ölümü bekleyemeyiz, diyordu. Toplanın,odun taşıyalım, ateş yakalım.Bir başkası:- Ben gelirim, dedi.Bir başkası daha:- Ben de, dedi.- Haydi hep beraber, odun bulalım, yakalım ateşi...Canlanır gibi oldular. Son bir enerjiyle sağa sola seyirttiler. Çocuklar,gençler, kızlar, erkekler karları eşeliyor, kökleri çıkartıyor, kırıkağaçları topluyor, odun taşıyorlardı.Gelen odunlar ortaya tepeleme yığılmaya başlamıştı...İçlerinden en ustası kavı çaktı. Kuru dalların en incesini tutuşturmayabaşladı. Hep birlikte eğilmişler, üflüyorlardı. Küçük bir alev parladı. Birince dal daha koydular üstüne, bir ince dal daha... Alev azıcık büyüdü.Üflüyorlardı... Yavaş yavaş dil vermeye başladı alevler. Odunlarçıtırdıyordu. Alevler kollarıyla sarmaya başladılar odunları... Herkesinyüzü birden gülmüştü. İhtiyarlar çömelmişler ellerini ısıtıyorlardı. Ateşadamakıllı canlanmaya başlamıştı. Bebekler kendilerine gelmişler,bağırıyorlardı.Biri: - Söndürmeyelim bu ateşi, diyordu. Daha odun getirelim, daha odun...Artık boyuna odun toplanıyordu. Gidenler kucak kucak odunlarla geliyorlar,ateşe tepeleme yığıyorlardı.Aralarında ekipler ayırdılar. Durmadan nöbetleşe odun taşıyacaklardı.Ateşle hep birlikte ısınacaklardı. Donmayacaklardı, ölmeyeceklerdi.Ama aralarında bir hain vardı. O içinden: - Hele gece olsun ben buradanazıcık ateş apartır bir tenhada keyfime bakarım, ne diye dağ tepe dolaşıpodun taşıyacakmışım, diyordu.Gece oldu. Herkes uykuya daldı. O, nöbet tutmaya gönüllü çıkmıştı.- Sizler uyuyun, sizin hatırınıza ben beklerim ateşi, hiç korkmayın,demişti.Ve herkes en derin uykusundayken, yanmamış kalın odunlarla ateşi çalıp birbayırın kuytusuna kendisi için gizli bir ocak yapmıştı.Sabahleyin ateşin çalınmış olduğunu kimse farketmedi. Yine herkes oduntoplamaya dağıldı. Gece ateşi çalan, göze görünmeden kendi ocağının başınatüymüş yan gelmişti. Ötekiler boyuna uğraşıyor savaşıyor, oduntopluyorlardı. O ise onlarla alay ediyordu:- Enayi gibi yoruluyorlar, diyordu.Bir aralık doğrulur gibi oldu. Kafileden bir erkekle göz göze geldi. Adamsoruyordu:- Ne yapıyorsun burada?- Hişt sesini çıkarma, dedi. Deli misin, gidip odun toplayacak. Gel beraberısınalım burada.İkisi beraber odun toplamadan ısınmaya başladılar. Kimse fark etmesin diyearada bir ortalıkta görünüyor, ötekileri teşvik ediyorlardı:- Haydi, dayanın, toplayıp, hepimiz böyle kurtulacağız.Ve geceleri yine ateşten büyükçe parçalar çalıyorlardı.Birkaç gün sonra hainin yanındakilerin sayısı dörde, beşe çıkmıştı.Aralarında kıs kıs gülüyorlar, zekalarını övüyorlardı.Ötekiler boyuna odun taşıyor, didinip yoruluyorlardı. Ancak gizlice ateşiçalan başka hainler de çıkmaya başlamıştı. Ortadaki ateş küçülüyordu. Asılodunları taşıyanlar ısınamaz olmuşlardı. Birkaç kişi meseleyi farketti:- Aramızda hainler var, ateşimizi çalıyorlar, dediler.Bu söz herkesi uyaracağına, tam tersine onların da aklını çeldi. Her biri:- Dur ben de biraz ateş çalayım, diye düşünmeye başladı...Sonunda bir gece yarısı ateşi çalmak isteyenlerin arasında bir kavgabaşladı: - Bırak onu ben alacağım.- Sen aldığın kadar aldın, o benim...Kimse artık odun taşımayı düşünmüyordu. Son ateşleri de çalma yarışınagirmişlerdi. Ateş iyice ufalıyor bitiyordu. Ve onlar kavga ediyorlardı:- Bırak onu ben alacağım...- Kafanı kırarım o benim...Ve ateş söndü. Odun taşımadan ısınmanın yolunu ararken, hepsi birden donupöldüler.Hainlik etmeyip hep birlikte çalışsalardı, şimdi daha sıcak, daha sıcak, daha sıcak yaşayacaklardı.Not: 36 yıl önce yazılmış bir yazı... "Geçip giderken"den...
ÇETİN ALTAN
4 Haziran 2009 Perşembe
GÖSTERİŞ MERAKI İLE NAZAR KORKUSU
Gösteriş merakı ile nazar korkusu
Bizde gösteriş merakıyla, nazar korkusu at başı gider.
Gezip dolaştığım ülkelerin hiçbirinde yeni Türkiye kadar gösterişe düşkün bir yer görmedim dersem abartmış olmam herhalde.
Bunun nedeni, insanların kendi iç dünyaları ve değerleri için değil, birbirleri için yaşamakta oluşlarıdır.
Zenginliğin, güzel arabanın, mal mülk sahibi olmanın tek zevki, başkalarına “Bakın sizde olmayan şeyler bende var!” der gibi dolaşabilmek, paraya ve güce tapan bu toplumda kendini en yukarıda hissedebilmektir.
Gustave Flaubert’in “Gönül Eğitimi” romanında anlatıldığı gibi, Batı burjuvazisi de bu aşamalardan geçmiş, sonunda servetini göstermeme düzeyine ulaşmıştır.
Mesela dünyanın en zengin ailelerine sahip olan İsveç’te hiç varlıklı kimse yokmuş, herkes eşitmiş gibi görünür.
Çünkü zenginler gazetelerde ve televizyonlarda boy göstermez. Sokağa da normal kılıklarla çıkarlar, herkes gibi normal bir Volvo kullanırlar.
Vallenberg ailesinden bir kadının yaptığı gibi dünyanın en pahalı kürkünün üstünü yağmurluk kaplatarak giymek bir erdemdir.
Bu ülkelerde ne açılışa ne de cenazeye dev çelenkler gönderilir.
En makbul hediye elinle götürdüğün bir tutam çiçektir. Ambalajını çıkarmak ve sanki biraz önce sen toplamışsın gibi sunmak da bir görgü kuralıdır.
Bütün bunlar aristokrasiden devralınmış nitelikler.
***
Aristokratik geleneğe sahip olmayan Türk burjuvazisinde, yukarıda saydığım örnekler gibi davranan, yaşayan, servetini göstermemeye çalışan bir iki zengin aile olduğunu biliyorum.
Bunlar hayatlarını mücevherler üstüne değil, bir takım yüce amaçlar ve değerler üstüne kuruyorlar. Toplumdaki dayanışmayı artırmaya çalışıyorlar.
Ama çoğunluk ne yazık ki gösteriş düşkünlüğünden kurtulamıyor. Yalnız zenginler değil, orta tabaka da içinde olmak üzere her kesim birbirine gösteriş yapmayı seviyor.
Ama bir yandan da nazar değer diye ödü kopuyor.
Nazara karşı bu kadar çok önlem alınan başka bir ülke biliyor musunuz?
Nazar boncukları, üzerlikler, kurşun dökmeler, ateşe tuz atmalar, her sözün başında “Maşallah!” demeler, “tu tu tu tu” diyerek tahtalara vurmalar, muska taşımalar, nazar duaları okumalar, burun ve popo kaşımalar hep kötü göze karşı korunmak için değil mi?
Varlıklı ve nazara inanan bir arkadaşım, hem alçakgönüllü bir kişi olduğu için hem de zenginliği dikkat çekmesin diye yeni bir otomobile binmez, cafcaflı kıyafetler içinde dolaşmaz.
Bu bence tutarlı bir davranış.
Çünkü nazar, eşitlikten bu kadar uzak ve gelir dağılımı aşırı derecede bozuk bir ülkenin yadsınmaz gerçeğidir.
Ama hem korkunç bir gösteriş merakının pençesinde kıvranan hem de nazar değecek diye ödü kopanlara ne demeli.
Zülfü LİVANELİ
Bizde gösteriş merakıyla, nazar korkusu at başı gider.
Gezip dolaştığım ülkelerin hiçbirinde yeni Türkiye kadar gösterişe düşkün bir yer görmedim dersem abartmış olmam herhalde.
Bunun nedeni, insanların kendi iç dünyaları ve değerleri için değil, birbirleri için yaşamakta oluşlarıdır.
Zenginliğin, güzel arabanın, mal mülk sahibi olmanın tek zevki, başkalarına “Bakın sizde olmayan şeyler bende var!” der gibi dolaşabilmek, paraya ve güce tapan bu toplumda kendini en yukarıda hissedebilmektir.
Gustave Flaubert’in “Gönül Eğitimi” romanında anlatıldığı gibi, Batı burjuvazisi de bu aşamalardan geçmiş, sonunda servetini göstermeme düzeyine ulaşmıştır.
Mesela dünyanın en zengin ailelerine sahip olan İsveç’te hiç varlıklı kimse yokmuş, herkes eşitmiş gibi görünür.
Çünkü zenginler gazetelerde ve televizyonlarda boy göstermez. Sokağa da normal kılıklarla çıkarlar, herkes gibi normal bir Volvo kullanırlar.
Vallenberg ailesinden bir kadının yaptığı gibi dünyanın en pahalı kürkünün üstünü yağmurluk kaplatarak giymek bir erdemdir.
Bu ülkelerde ne açılışa ne de cenazeye dev çelenkler gönderilir.
En makbul hediye elinle götürdüğün bir tutam çiçektir. Ambalajını çıkarmak ve sanki biraz önce sen toplamışsın gibi sunmak da bir görgü kuralıdır.
Bütün bunlar aristokrasiden devralınmış nitelikler.
***
Aristokratik geleneğe sahip olmayan Türk burjuvazisinde, yukarıda saydığım örnekler gibi davranan, yaşayan, servetini göstermemeye çalışan bir iki zengin aile olduğunu biliyorum.
Bunlar hayatlarını mücevherler üstüne değil, bir takım yüce amaçlar ve değerler üstüne kuruyorlar. Toplumdaki dayanışmayı artırmaya çalışıyorlar.
Ama çoğunluk ne yazık ki gösteriş düşkünlüğünden kurtulamıyor. Yalnız zenginler değil, orta tabaka da içinde olmak üzere her kesim birbirine gösteriş yapmayı seviyor.
Ama bir yandan da nazar değer diye ödü kopuyor.
Nazara karşı bu kadar çok önlem alınan başka bir ülke biliyor musunuz?
Nazar boncukları, üzerlikler, kurşun dökmeler, ateşe tuz atmalar, her sözün başında “Maşallah!” demeler, “tu tu tu tu” diyerek tahtalara vurmalar, muska taşımalar, nazar duaları okumalar, burun ve popo kaşımalar hep kötü göze karşı korunmak için değil mi?
Varlıklı ve nazara inanan bir arkadaşım, hem alçakgönüllü bir kişi olduğu için hem de zenginliği dikkat çekmesin diye yeni bir otomobile binmez, cafcaflı kıyafetler içinde dolaşmaz.
Bu bence tutarlı bir davranış.
Çünkü nazar, eşitlikten bu kadar uzak ve gelir dağılımı aşırı derecede bozuk bir ülkenin yadsınmaz gerçeğidir.
Ama hem korkunç bir gösteriş merakının pençesinde kıvranan hem de nazar değecek diye ödü kopanlara ne demeli.
Zülfü LİVANELİ
BÜYÜK KENTİN ISSIZLARI
Büyük kentin ıssızları
Issız Adam filmini, tıklım tıklım dolu büyük bir sinema salonunda izledim. İşin bu tarafı çok güzel. Demek ki sadece yerel komediler değil, başka tarzdaki Türk filmleri de büyük kitlelere ulaşma potansiyeli taşıyabiliyor.
Filme herkes gibi buruk bir aşk hikâyesi izleme beklentisiyle gittim ama Issız Adam bunun ötesine taşan anlatımıyla beni şaşırttı.
Yönetmen Çağan Irmak ve yapımcı Mustafa Oğuz’un nitelikli bir işe imza attıklarından emindim ama yazılanları okuduktan sonra ciddi toplumsal göndermelerle dolu bir film beklemiyordum doğrusu.
Bütün iyi sanat eserlerinde olduğu gibi Issız Adam’da da katmanlar var. İzleyici filmi yalın ve buruk bir aşk hikayesi olarak da izleyebilir, bunun ötesine geçip alt katmanları okuyarak da.
Hemingway’in Paris için söylediği bir söz vardır: “Paris öyle bir şehirdir ki sen ne kadar talep edersen o kadar verir!” der.
Issız Adam da öyle.
***
Filmin iki ana kahramanının ikisi de taşralı.
Ailelerini Tarsus ve Bursa’da bırakıp İstanbul’a kapağı atmış bir genç kız ve bir genç erkek.
Kendilerini birdenbire büyük kentin en kozmopolit kesiminde bulmuşlar ve hızlı bir değişime girmişler. Bu değişim sürecinde Anadolu değerlerine yabancılaşmışlar, geleneksel ahlaki yapıdan kopmuşlar, kendilerini yeniden tanımlamaya girişmişler.
Öte yandan içine girdikleri çevre tarihi kimliği, rafine sanatı ve özgün birikimiyle İstanbul şehrini de yansıtmıyor.
O çevrede ne Sinan’ın camileri var, ne Yahya Kemal’in İstanbul şiirleri ne de tambur soloları.
Ulaşabildikleri en uç nokta kendi kuşaklarının klasikleri yerine koydukları 70’lerin pop müziği.
Böylece “retro” t-shirt’ler satılan, yarı İngilizce yarı Türkçe konuşulan, kitsch duyarlıklara açık ve ne olduğu belirsiz bir köksüzlüğün içine savruluyorlar.
Aileleriyle aralarına kalın çizgiler çekiyorlar.
Bu kontrast Alper’in annesinin Tarsus’dan gelmesiyle ve akraba düğünüyle doruğa çıkıyor.
Öte yandan çok sert bir yaşam bu. Âşıkların bile birbiriyle doğru dürüst konuşamadığı, bol argolu, sarkastik, kaba şakalarla dolu, zarafete, inceliğe, yumuşaklığa sırtını dönmüş bir ilişkiler yumağı.
Ben bütün bunları, Anadolulu kimliğinden nefret eden ve kendisine biraz Amerikan soslu yeni bir kimlik yaratmak isteyen kaybolmuş kuşağın trajedisi olarak izledim.
Ne geleneksel, ne modern, ne Doğulu, ne Batılı bir kayıp kuşağın ağıdı.
Bir sevişme gecesinin sabahında bile birbirine güzel sözler söylemek yerine “Ağzım kokuyor mu?” diye soran yeni bir kuşağın nihilizmi.
Çağan Irmak bizlere İstanbul’un küçük bir çevresinin hiç bilmediğim yaşam ve konuşma tarzını öğretirken, Türkiye’nin dönüşümüne ait ipuçları sunuyor.
Ve bütün bunları, konuya yaraşan bir sinema üslubuyla anlatıyor.
Alabildiğine çarpıcı, kuvvetli duygular yaratmaya çalışmaktan korkmayan, zaman zaman kitsch olmayı göze alabilen modern bir sinema anlayışı bu.
Almodovar’da, Fatih Akın’da ve daha birçok modern yönetmende gördüğümüz cesur kamera hareketleri, keskin kurgu, ağlayan insanlar ve hayatın renklerinin olduğu gibi, neredeyse bir anti-estetik duyguyla yansıtıldığı planlar.
Çağdaş, yerli ve sarsıcı bir melodram.
Oyuncular ise bir harika.
Sonuçta sinemadan çıktıktan sonra da bizi üzerinde düşünmeye çağıran bir sinema yapıtıyla karşı karşıyayız.
Zülfü LİVANELİ
Issız Adam filmini, tıklım tıklım dolu büyük bir sinema salonunda izledim. İşin bu tarafı çok güzel. Demek ki sadece yerel komediler değil, başka tarzdaki Türk filmleri de büyük kitlelere ulaşma potansiyeli taşıyabiliyor.
Filme herkes gibi buruk bir aşk hikâyesi izleme beklentisiyle gittim ama Issız Adam bunun ötesine taşan anlatımıyla beni şaşırttı.
Yönetmen Çağan Irmak ve yapımcı Mustafa Oğuz’un nitelikli bir işe imza attıklarından emindim ama yazılanları okuduktan sonra ciddi toplumsal göndermelerle dolu bir film beklemiyordum doğrusu.
Bütün iyi sanat eserlerinde olduğu gibi Issız Adam’da da katmanlar var. İzleyici filmi yalın ve buruk bir aşk hikayesi olarak da izleyebilir, bunun ötesine geçip alt katmanları okuyarak da.
Hemingway’in Paris için söylediği bir söz vardır: “Paris öyle bir şehirdir ki sen ne kadar talep edersen o kadar verir!” der.
Issız Adam da öyle.
***
Filmin iki ana kahramanının ikisi de taşralı.
Ailelerini Tarsus ve Bursa’da bırakıp İstanbul’a kapağı atmış bir genç kız ve bir genç erkek.
Kendilerini birdenbire büyük kentin en kozmopolit kesiminde bulmuşlar ve hızlı bir değişime girmişler. Bu değişim sürecinde Anadolu değerlerine yabancılaşmışlar, geleneksel ahlaki yapıdan kopmuşlar, kendilerini yeniden tanımlamaya girişmişler.
Öte yandan içine girdikleri çevre tarihi kimliği, rafine sanatı ve özgün birikimiyle İstanbul şehrini de yansıtmıyor.
O çevrede ne Sinan’ın camileri var, ne Yahya Kemal’in İstanbul şiirleri ne de tambur soloları.
Ulaşabildikleri en uç nokta kendi kuşaklarının klasikleri yerine koydukları 70’lerin pop müziği.
Böylece “retro” t-shirt’ler satılan, yarı İngilizce yarı Türkçe konuşulan, kitsch duyarlıklara açık ve ne olduğu belirsiz bir köksüzlüğün içine savruluyorlar.
Aileleriyle aralarına kalın çizgiler çekiyorlar.
Bu kontrast Alper’in annesinin Tarsus’dan gelmesiyle ve akraba düğünüyle doruğa çıkıyor.
Öte yandan çok sert bir yaşam bu. Âşıkların bile birbiriyle doğru dürüst konuşamadığı, bol argolu, sarkastik, kaba şakalarla dolu, zarafete, inceliğe, yumuşaklığa sırtını dönmüş bir ilişkiler yumağı.
Ben bütün bunları, Anadolulu kimliğinden nefret eden ve kendisine biraz Amerikan soslu yeni bir kimlik yaratmak isteyen kaybolmuş kuşağın trajedisi olarak izledim.
Ne geleneksel, ne modern, ne Doğulu, ne Batılı bir kayıp kuşağın ağıdı.
Bir sevişme gecesinin sabahında bile birbirine güzel sözler söylemek yerine “Ağzım kokuyor mu?” diye soran yeni bir kuşağın nihilizmi.
Çağan Irmak bizlere İstanbul’un küçük bir çevresinin hiç bilmediğim yaşam ve konuşma tarzını öğretirken, Türkiye’nin dönüşümüne ait ipuçları sunuyor.
Ve bütün bunları, konuya yaraşan bir sinema üslubuyla anlatıyor.
Alabildiğine çarpıcı, kuvvetli duygular yaratmaya çalışmaktan korkmayan, zaman zaman kitsch olmayı göze alabilen modern bir sinema anlayışı bu.
Almodovar’da, Fatih Akın’da ve daha birçok modern yönetmende gördüğümüz cesur kamera hareketleri, keskin kurgu, ağlayan insanlar ve hayatın renklerinin olduğu gibi, neredeyse bir anti-estetik duyguyla yansıtıldığı planlar.
Çağdaş, yerli ve sarsıcı bir melodram.
Oyuncular ise bir harika.
Sonuçta sinemadan çıktıktan sonra da bizi üzerinde düşünmeye çağıran bir sinema yapıtıyla karşı karşıyayız.
Zülfü LİVANELİ
CEMAL HÜNAL-ISSIZ ADAM
Ata binmeyi sevişmeye tercih ederim.
Issız Adam, son zamanlarda gördüğüm en etkileyici film. Başrol oyuncusu Cemal Hünal da son zamanlarda tanıdığım en etkileyici adam. Aman Allah’ım ayıldım bayıldım bu röportajı yaparken ben ona!
Oyunculuğu kadar kişiliğinden de etkilendim, beyninin çalışma biçiminden, kendini ifade etme halinden, doğaya olan düşkünlüğünden. Bir kere kimselere benzemiyor, Allah’ın unuttuğu bir yerde 2 at, üç kedi, 4 köpek yaşıyor. Ahırı kendi elleriyle yapmış, atlarını bir güzel oraya yerleştirmiş, İstanbul’a geliyor işlerini hallediyor, sonra vınnnn köyüne. Aile hikayesi de, aile bireylerinin birbiriyle ilişkisi de süper. Erkek kardeş çizgi film yapıyor, anne tasarımcı ve iç mimar, baba yarış için yelkenli tekne tasarlıyor. Cemal Hünal da İngiltere’de tasarım, Amerika’da oyunculuk okumuş. Aynı zamanda aşçı. Tam Zazie’yi açıyor ve kendini lokantasına verecek; kader ağlarını örüyor, önce Ulak filminde rol alıyor, derken Antakya’da çekilen Asi dizisi başlıyor, son olarak da Çağan Irmak’ın Issız Adam’ında bizi kendisine aşık ediyor. Antakya’daki köy evini, atlarını, ahırını bu kadar çok anlatan birini, evet haklısınız orada görüntülemek gerekirdi, sizin için bunu da yaptık. Leonard Cohen gibi sesi var ve çok güzel şarkı söylüyor, ama henüz şarkıları bir CD olarak veremiyoruz. Kim bilir belki bir gün onu da yaparız...
CEMAL HÜNAL FOTOĞRAFLARI
Olay filmin olay başrol oyuncusu! Sizi tanıyabilir miyiz?
-Çocukluğum Maçka’da, dedemin yaptığı ve kendi adını verdiği bir apartmanda geçti, Cemal Hünal Apartmanı’nda. İnsanın kendisiyle aynı adı taşıyan bir apartmanda büyümesi eğlenceli oluyor. Fırlama bir çocuktum. Öyle böyle değil, gerçek bir ***. Okuldan atılmasına hep ramak kalan, her an kafası muzurluğa çalışan...
Anne- baba nasıl tipler?
- Baba tam bir Rönesans adamı. Klasik gitar çalar. Güzel şarkı söyler. Çok iyi yağlıboya yapar. Aynı zamanda doğa adamı. Himalaya’ya tırmandı. Everest Kamp 7’ye kadar çıkmışlığı var. Çok iyi yelkenci. Yarış için yelkenli tekne tasarlar. Alman Liseli. İktisat okumuştur. Bir zamanlar Türkiye’nin en büyük tekstilcilerinden biriydi. Her şeyi bilen adam. Yemekten anlar, şaraptan anlar. İyi yemek yapar.
Nasıl oluyor tüm bunlar?
-Oluyor valla, meraklı ve sürekli kendini eğitmeye devam ediyor.
Siniri bozulur mu insanın böyle bir babayla?
-Aksine, müthiş teşvik edici bir şey.
Anne?
-İç mimar, tasarımcı. Burayı (Zazie’yi) annem yaptı mesela. Sonradan çalışmaya başladı, ama acayip başarılı oldu. Rafine zevkleri olan bir kadındır. Andrew Martin, review olarak çıkardığı bir kitapta anneme 6 sayfa yer ayırdı.
Neden sizce?
- Çünkü yaptığı şeyler kimseninkine benzemiyor, çok orijinal.
Erkek kardeş?
- Kerem dört yaş küçük benden, çizgi film yapıyor, bir yeniçeriyle samurayın hikayesini konu alan uzun metraj bir film yazdı, çizdi, çekti. Japonlar görünce çıldırmış, sponsor arıyor da. Japon İmparatoru’nun Abdülmecid’e hediye ettiği, şu an Topkapı Sarayı’da olan kılıcın etrafında dönen bir hikaye. Kardeşim yaptı diye söylemiyorum ama şahane.
Tek tek sizin aile fertleri de! Neredeyse herkes sanatçı...
- Evet biraz öyle.
Siz Saint Benoit’da okumuşsunuz...
- Lise 2’ye kadar, sonra İskoçya’ya gittim. Prens Charles’ın okuluna yolladılar beni: Gordonstoun. Hani biraz adam olsun, disiplin öğrensin diye. Çok haylazdım çünkü.
Ne demek haylaz? Ne kadar haylaz?
- Benim koridorumdaki bütün sınıfların kilitlerini sabote etmiştim bir keresinde. Hepsine kibrit çöpleri soktum, kapıları açamadılar. Bir kere kara tahtayı beyaza boyadım, yağlı boyayla.
Neden?
- İlginç geldi yapmak.
Yalnız, ayrık otu bir çocuk mu?
- Evet evet. Hiçbir grubun üyesi değildim. Anarşisttim ve yalnız takılırdım. İskoçya’da da lakabım TT idi. Turkish Terminator.
Peki bütün bu serseriliğin, fırlamalığın sebebi ne?
- Ben çocukken hareket edemezmişim. Ağır bir astımım vardı. 7 metre koştuğum zaman beni oksijen odasına kaldırıyorlardı. Ben de fiziksel olarak enerjimi sporla atabilmem mümkün olmadığı için her türlü ***liği yapıyordum. Ama sonra astımı yenmeyi başardım. Üstelik ilaç kullanmadan. Lise bitince de İngiltere’de tasarım okumaya karar verdim ve Londra’da yaşamaya başladım. Sonra da Los Angeles’a gittim, oyunculuk okudum. Galiba doğada çok daha mutlu olduğumu o yıllarda fark ettim.
Neden?
- Kendi kestiğin odunda, kendi yaptığın bir yemeği yediğin zaman her şey o kadar daha gerçek ve elle dokunulur ki. Bir de sarf ettiğim efora ve ona harcadığım mesaiye daha fazla değiyor sanki. İnsanın başarısı ya da başarısızlığı o kadar daha net bir resim ki doğada. Bence hepimizin, insanın gerçekten ait olduğu yer doğa. Çünkü şehirde her şey yalan dolan aslında. Ve belli bir şekil üzerine. Devletin bastırdığı banknotu ele geçirebilmek için uğraşıyoruz ve o kağıt parçasıyla bize ihtiyaç diye empoze edilen şeyleri alıyoruz. Kölelikten hiçbir fark yok. O yüzden şehir hayatını sevmiyorum. Boşa harcanmış, kendi içinde dönen bir format.
Siz ise Antakya’nın bir köyüne yerleşerek mi huzuru buldunuz?
- Tamam Asi dizisinin çekimleri için oradayım ama çok mutluyum. Allah’tan bir yıl daha atlarım, köpeklerim ve kedilerimle olabileceğim. Kendime dönüyorum, kendi potansiyelimi daha iyi hissediyorum. Vücudum ne yapabiliyor, aklım ne yapabiliyor, bunu görüyorum.
SOMA KÖMÜR MADENLERİ DEDEMİNDİ
Doğa düşkünlüğünüz ne zaman başladı?
- Dedemin yanına giderdik. Soma Kömür Madenleri’nde çok vakit geçirdim. Müthiş sedir ağaçları vardır.
Ne alaka?
-Dedemindi o madenler. Yarış atları vardı. Amcamın da küçük bir hayvanat bahçesi. Yabani kurtlardan turnalara kadar bir sürü hayvan. Bayılırdım oraya. Dedem ben 5 yaşındayken ölüyor, çok özel adam. Muğla milletvekiliyken Gökçeada’ya gidiyor, orada Tepeköy’de çok güzel bir kız görüyor, aşık oluyor ve kızı alıp götürüyor. Babaannemi yani. 4 çocukları oluyor, hepsini Alman Lisesi’nde okutuyorlar... Çocukluğumun bilinçaltımda en derin izler bırakan kısmı doğanın içinde geçti. O sedir ormanlarının kokusunu bile hatırlıyorum.
HEP SERSERİ KADINLARI SEÇTİM
22 yaşında evlenip 28 yaşında boşanmışsınız. Neden bu kadar erken evlendiniz?
-Rol modelim annem ve babamdı. Onlar gibi erken yaşta çocuk sahibi olmak istiyordum. Babam 24’müş ben doğduğumda ama kısmet değilmiş.
Nerede tanıştınız eski eşinizle?
-Los Angeles’ta. Çok fırtınalı, çok kavga dövüşlü bir aşktı. Zor bir ilişkiydi. Olmadı, yürümedi.
Nasıl bir adam oluyorsunuz aşk yaşarken, alttan alır mısınız mesela?
-Hem de nasıl. Ama iyi olan kaybeder ya, hen de her seferinde kaybederim. Yine de evliliğim bana çok şey öğretti. Bir insanı ne kadar sevebildiğimi, ne kadar verebildiğimi, neleri kaldırıp neleri kaldıramadığımı öğrendim. Kendimle tanıştım aslında.
Ne kadar koydu ayrılık size?
- Çok. Hemen bir köpek aldım. Evliliğimden sonra iki tane yoğun ilişki daha yaşadım. Bu son 5 sene içinde. Onlar da yıpratıcı oldu.
Niye bütün bu yıpratıcı ilişkiler sizi buluyor?
-Galiba benim seçimlerimle ilgili. Hep serseri kadınları seçiyorum. Toptan kaçık kadınları. Sanki düzgün, efendi, ayağı yere basan birileri olursa, sıkıntıdan patlarım gibi geliyor. Ama işte kaçıkları idare etmek de kolay olmuyor. Artık eskiden gösterdiğim kadar teslimiyet göstermeye hazır değilim. İlişkilerim için o kadar enerji harcamışım ki, şimdi kendime harcıyorum o enerjiyi. Dağda yaşayarak gayet huzurluyum. Ata binmeyi sevişmeye tercih ediyorum.
Babası Atilla Hünal
SA’AH NAAGAİ BİKEH HOZHO
Müthiş bir oğlunuz var, her zaman mı böyleydi?
- Kendi kendi yeten, çok geniş bir hayal dünyası olan bir çocuktu. Saatlerce odasında, hayali kahramanlarıyla bir dünya kurardı. Saatlerce vakit geçirirdi. Biraz büyüdüğü zaman kimlikler yaratmaya başladı. Bir bakıyorsun mihrace kılığında...
Peki yaramazlığı?
- Felaketti, anlatılır gibi değil! Ama bütün o serseri, bağımsız, zaptedilemez, başına buyruk kimliğinin yanı sıra, çok kitap okurdu mesela. Ve okuduklarını hazmeden bir kişiliği vardı. Türkiye’de adam olması mümkün değildi, 17 yaşında yolladık. Bizden ayrılırken ona dedim ki, "Sana öncü olacak tek bir cümle var hayatta..." Bir kağıda yazdım -Kızılderililere ikimizin de ilgisi vardı- bir Navajo atasözü: Sa’ah naagai, bikeh hozho...
Ne anlama geliyor?
- "Rüzgarın doğru ise yürü, her şeyle baş edersin, bükülmezsin" gibi bir şey. O da aynen öyle yaptı. Eğer bir çocuğu fazla paketlersen sıradan olur. Ben de istedim ki çocuklarımızın kökleri doğru olsun, ama dallarıyla istedikleri yerlere gitsinler. Onları budamayalım. Budarsak çünkü Bonzai olurlar, Allah’tan olmadılar...
Annesi Vicki Hünal
ÖNCE KOCAM SONRA OĞULLARIM
Gerçekten göründüğü kadar iyi bir aile misiniz?
- Galiba. Biz hepimiz çok iyi arkadaşız. Eşim, oğullarım ve ben. İki oğlumla da fevkalade gurur duyuyorum. Yalnız bir şey itiraf etmem gerekiyor: Oğullarım doğduğunda eşim Atilla çok kıskandı. Ve benimle bir anlaşma yaptı. Birinci planda kocam olacaktı, ikinci planda çocuklarım. Çok çok zor oldu ama kabul ettim. Akşamları 8’den sonra oğullarımı görmüyordum. Ama bu bize şöyle bir şey sağladı: Biz karı- koca hep iki sevgili gibi kaldık. Hani bazı aileler artık çocukları için yaşamaya başlar ya, sonunda da tükenir, biz hiç onlardan olmadık. Hayatımız sadece oğullarımızdan ibaret değildi.
Peki arada kalmadınız mı?
- Kalmaz mıyım? Kaldım. Ama evlilik bir yolculuk gibi, uzun bir deniz yolculuğu mesela, Atilla da benim yol arkadaşım, ben yol arkadaşımı tercih ettim. Ben ona iyi bir yol arkadaşı olmazsam çocuklar da ayvayı yerdi, ben onları kendi mutsuzluğuma sürüklerdim. Oysa böyle, evliliğimizin her anından keyif aldım, bu duygumuz çocuklara da geçti.
HANGİ KADIN GELİR BU DAĞ BAŞINA
Atlara aşıksınız...
- Hem de nasıl. 3 kedim var, 4 tane de köpeğim. Ama at başka. Çok özel bir tecrübe. Son birkaç gündür ciğerlerimi çok üşüttüm, 1800 metreye çıktım, güzel havadan gece ayazına kaldım, ciğerlerimi üşüttüm, öyle bir bakıyor ki gözümün içine, sanki "Hadi artık dinlen" diyor, her şeyi hissediyor.
Siz atları kendi başınıza mı çalıştırıyorsunuz, o 1800 metrelere yalnız mı çıkıyorsunuz?
- Çoğunlukla. Bazen de Fazıl’la gidiyoruz. Bizim setin atlarına bakan arkadaş.
Siz Antakya’da bu evi satın mı aldınız?
- Yok hayır, 11 dönüm çayır izinde 35 metrekare bir ev, bir o kadar da ahır. Aylık kirası 500 lira. Amanos dağlarının yamacında. Haftada ortalama 60-70 km yol yapıyoruz atlarla. Onlar mutlu, ben de. Televizyon yok, internet yok...
Bu dağ başında yaşarken insan istemez mi bir sevgilisi olsun...
- İster de kim gelir bu dağın başına?
Siz çok da iyi bir aşçıymışsınız öyle mi?
- Fena sayılmam. Hepsi evde başladı. Annemle babam yemek yapardı, daha doğrusu, her şey birlikte yapılırdı bizim evde. Sofrayı birlikte kurarsın, birlikte kaldırırsın. Bir de bizimkiler çok seyahat ettikleri için hep enteresan menülerle gelirlerdi, onları denerdik. Ben de yurt dışında okumaya başlar başlamaz, dışarıda yemek yemek yerine, kendim pişirmeye başladım. Üniversite hayatım boyunca da mutfaklarda çalıştım. Bulaşıkçılık yaptım, aşçılık yaptım, barmenlik yaptım. Çok da keyif aldım. Hayalim bir gün bir lokantamın olmasıydı, direkt mutfağa girecektim. Tam Zazie’yi açtık, ben yemek yapacağım derken oyunculuk kariyeri başladı. Önce Ulak filmi, sonra Asi dizisi, şimdi de Issız Adam...
AHIRI BEN YAPTIM
Türkçe’de bir kelime vardır: Feraset. Düz mantık anlamına geliyor, kelime kökenine bakarsanız, "at mantığı" demek. Atların mantığı gerçekten de düz mantıktır. Basittir. Mesela ahır mı yapacaksın, duvara çivi çakmayacaksın, hayvan kafasını çarpar, gözünü çıkarır. Sonra atların hepsi dört ayak üstüne basar, burada bir yanılgıya yer yok. Ben de bütün bildiklerimi bir araya koydum ve bir ahır yaptım. Tavan kirişleri kavak, üstü kiremit. "Tamamdır" dedim. Dedim ama benim *** atlarımdan bir tanesi, kavak olan tavan kirişlerini yemiş, tavan indi inecek başlarına. Neyse tamir ettim ama bir şey daha öğrenmiş oldum.
KADINLAR ALINMASIN AMA ATLARIN ÇOK DAHA DÜRÜST VE NET BİR YAKLAŞIMI VAR
At, temel içgüdüsü kaçmak üzerine kurulu bir havyan. Ve sürü olarak var oluyor. Dolayısıyla çevresindeki diğer canlıları sürünün bir parçası olarak kabul ediyor. İnsan, köpek ayırt etmiyor. Kadınlar alınmasın ama çok daha dürüst ve direkt bir yaklaşımı var. Gerçi bir an geliyor, "Acaba bu sürü içinde sosyal olarak daha iyi bir yere gelebilir miyim?" demeye başlıyor. Özellikle erkek atlar. "Bu Cemal iyi bir adam, bana da bakıyor ama ben şöyle bir dalayım bakalım ne oluyor, belki ipleri ben alırım elime" diyor. Deniyor.
OK- YAY-MIZRAK- KAMA HEPSİNİ BİLİYOR
Ateşli silah öncesi silahlara yoğun ilgim var. Ok, yay, mızrak, kama... Bir sürü eğitim de aldım, mesela Endonezyalıların Kali dövüş tekniğini öğrendim, Japonların kılıç çekme sanatı Iaido’yu, sonra eskrimi, Ortaçağ Avrupası’nda kullanılan tek el ve çift el kılıç tekniklerini. Bu arada bıçak, kılıç, ok, yay, mızrak, cirit, topuz koleksiyonum var. Sağdan soldan topluyorum. Deliriyorum onlara.
ATLAR İNSANIN CİĞERİNİ OKUR
Yalova Ortaburun Köyü’nde oturan 60 yaşlarında bir atçı abim var, Muammer Abi. O "At ve köpeğe yaklaşırken şapka takacaksın!" der, "Hani bebeklerin tepesi, bıngıldağı yumuşaktır, orayı korumak gerekir ya, işte at ve köpek de insanı oradan resim gibi görür. Ne düşünüyorsun, ne yapıyorsun bilir, o yüzden ona yaklaşırken şapka tak!" Ben bunu öğrendiğimden beri şapka takmıyorum çünkü benim saklayacak hiçbir şeyim yok, görsün anasını satayım.
BELLİ BİR MESAFE KOY ARANA ATLARLA DİYORLAR AMA DİNLEMİYORUM
Bu işi çok iyi bilenler "Oğlum atlarla bu ne samimiyet?" diye bana kızıyorlar, "Biraz mesafe koyman lazım, kaza- maza çıkar." Ben belli şeylerle yüzleşmeyi ve çarpışmayı göz alıyorum. Ama bir keresinde göğsümden bir parça kopardı. Çayırda serbest bırakmıştım. Otluyordu, onu toplamaya gittim, benimle oyun oynamaya karar verdi, başını kurtardı ve saldırdı. Olsun, canı sağ olsun.
Issız Adam, son zamanlarda gördüğüm en etkileyici film. Başrol oyuncusu Cemal Hünal da son zamanlarda tanıdığım en etkileyici adam. Aman Allah’ım ayıldım bayıldım bu röportajı yaparken ben ona!
Oyunculuğu kadar kişiliğinden de etkilendim, beyninin çalışma biçiminden, kendini ifade etme halinden, doğaya olan düşkünlüğünden. Bir kere kimselere benzemiyor, Allah’ın unuttuğu bir yerde 2 at, üç kedi, 4 köpek yaşıyor. Ahırı kendi elleriyle yapmış, atlarını bir güzel oraya yerleştirmiş, İstanbul’a geliyor işlerini hallediyor, sonra vınnnn köyüne. Aile hikayesi de, aile bireylerinin birbiriyle ilişkisi de süper. Erkek kardeş çizgi film yapıyor, anne tasarımcı ve iç mimar, baba yarış için yelkenli tekne tasarlıyor. Cemal Hünal da İngiltere’de tasarım, Amerika’da oyunculuk okumuş. Aynı zamanda aşçı. Tam Zazie’yi açıyor ve kendini lokantasına verecek; kader ağlarını örüyor, önce Ulak filminde rol alıyor, derken Antakya’da çekilen Asi dizisi başlıyor, son olarak da Çağan Irmak’ın Issız Adam’ında bizi kendisine aşık ediyor. Antakya’daki köy evini, atlarını, ahırını bu kadar çok anlatan birini, evet haklısınız orada görüntülemek gerekirdi, sizin için bunu da yaptık. Leonard Cohen gibi sesi var ve çok güzel şarkı söylüyor, ama henüz şarkıları bir CD olarak veremiyoruz. Kim bilir belki bir gün onu da yaparız...
CEMAL HÜNAL FOTOĞRAFLARI
Olay filmin olay başrol oyuncusu! Sizi tanıyabilir miyiz?
-Çocukluğum Maçka’da, dedemin yaptığı ve kendi adını verdiği bir apartmanda geçti, Cemal Hünal Apartmanı’nda. İnsanın kendisiyle aynı adı taşıyan bir apartmanda büyümesi eğlenceli oluyor. Fırlama bir çocuktum. Öyle böyle değil, gerçek bir ***. Okuldan atılmasına hep ramak kalan, her an kafası muzurluğa çalışan...
Anne- baba nasıl tipler?
- Baba tam bir Rönesans adamı. Klasik gitar çalar. Güzel şarkı söyler. Çok iyi yağlıboya yapar. Aynı zamanda doğa adamı. Himalaya’ya tırmandı. Everest Kamp 7’ye kadar çıkmışlığı var. Çok iyi yelkenci. Yarış için yelkenli tekne tasarlar. Alman Liseli. İktisat okumuştur. Bir zamanlar Türkiye’nin en büyük tekstilcilerinden biriydi. Her şeyi bilen adam. Yemekten anlar, şaraptan anlar. İyi yemek yapar.
Nasıl oluyor tüm bunlar?
-Oluyor valla, meraklı ve sürekli kendini eğitmeye devam ediyor.
Siniri bozulur mu insanın böyle bir babayla?
-Aksine, müthiş teşvik edici bir şey.
Anne?
-İç mimar, tasarımcı. Burayı (Zazie’yi) annem yaptı mesela. Sonradan çalışmaya başladı, ama acayip başarılı oldu. Rafine zevkleri olan bir kadındır. Andrew Martin, review olarak çıkardığı bir kitapta anneme 6 sayfa yer ayırdı.
Neden sizce?
- Çünkü yaptığı şeyler kimseninkine benzemiyor, çok orijinal.
Erkek kardeş?
- Kerem dört yaş küçük benden, çizgi film yapıyor, bir yeniçeriyle samurayın hikayesini konu alan uzun metraj bir film yazdı, çizdi, çekti. Japonlar görünce çıldırmış, sponsor arıyor da. Japon İmparatoru’nun Abdülmecid’e hediye ettiği, şu an Topkapı Sarayı’da olan kılıcın etrafında dönen bir hikaye. Kardeşim yaptı diye söylemiyorum ama şahane.
Tek tek sizin aile fertleri de! Neredeyse herkes sanatçı...
- Evet biraz öyle.
Siz Saint Benoit’da okumuşsunuz...
- Lise 2’ye kadar, sonra İskoçya’ya gittim. Prens Charles’ın okuluna yolladılar beni: Gordonstoun. Hani biraz adam olsun, disiplin öğrensin diye. Çok haylazdım çünkü.
Ne demek haylaz? Ne kadar haylaz?
- Benim koridorumdaki bütün sınıfların kilitlerini sabote etmiştim bir keresinde. Hepsine kibrit çöpleri soktum, kapıları açamadılar. Bir kere kara tahtayı beyaza boyadım, yağlı boyayla.
Neden?
- İlginç geldi yapmak.
Yalnız, ayrık otu bir çocuk mu?
- Evet evet. Hiçbir grubun üyesi değildim. Anarşisttim ve yalnız takılırdım. İskoçya’da da lakabım TT idi. Turkish Terminator.
Peki bütün bu serseriliğin, fırlamalığın sebebi ne?
- Ben çocukken hareket edemezmişim. Ağır bir astımım vardı. 7 metre koştuğum zaman beni oksijen odasına kaldırıyorlardı. Ben de fiziksel olarak enerjimi sporla atabilmem mümkün olmadığı için her türlü ***liği yapıyordum. Ama sonra astımı yenmeyi başardım. Üstelik ilaç kullanmadan. Lise bitince de İngiltere’de tasarım okumaya karar verdim ve Londra’da yaşamaya başladım. Sonra da Los Angeles’a gittim, oyunculuk okudum. Galiba doğada çok daha mutlu olduğumu o yıllarda fark ettim.
Neden?
- Kendi kestiğin odunda, kendi yaptığın bir yemeği yediğin zaman her şey o kadar daha gerçek ve elle dokunulur ki. Bir de sarf ettiğim efora ve ona harcadığım mesaiye daha fazla değiyor sanki. İnsanın başarısı ya da başarısızlığı o kadar daha net bir resim ki doğada. Bence hepimizin, insanın gerçekten ait olduğu yer doğa. Çünkü şehirde her şey yalan dolan aslında. Ve belli bir şekil üzerine. Devletin bastırdığı banknotu ele geçirebilmek için uğraşıyoruz ve o kağıt parçasıyla bize ihtiyaç diye empoze edilen şeyleri alıyoruz. Kölelikten hiçbir fark yok. O yüzden şehir hayatını sevmiyorum. Boşa harcanmış, kendi içinde dönen bir format.
Siz ise Antakya’nın bir köyüne yerleşerek mi huzuru buldunuz?
- Tamam Asi dizisinin çekimleri için oradayım ama çok mutluyum. Allah’tan bir yıl daha atlarım, köpeklerim ve kedilerimle olabileceğim. Kendime dönüyorum, kendi potansiyelimi daha iyi hissediyorum. Vücudum ne yapabiliyor, aklım ne yapabiliyor, bunu görüyorum.
SOMA KÖMÜR MADENLERİ DEDEMİNDİ
Doğa düşkünlüğünüz ne zaman başladı?
- Dedemin yanına giderdik. Soma Kömür Madenleri’nde çok vakit geçirdim. Müthiş sedir ağaçları vardır.
Ne alaka?
-Dedemindi o madenler. Yarış atları vardı. Amcamın da küçük bir hayvanat bahçesi. Yabani kurtlardan turnalara kadar bir sürü hayvan. Bayılırdım oraya. Dedem ben 5 yaşındayken ölüyor, çok özel adam. Muğla milletvekiliyken Gökçeada’ya gidiyor, orada Tepeköy’de çok güzel bir kız görüyor, aşık oluyor ve kızı alıp götürüyor. Babaannemi yani. 4 çocukları oluyor, hepsini Alman Lisesi’nde okutuyorlar... Çocukluğumun bilinçaltımda en derin izler bırakan kısmı doğanın içinde geçti. O sedir ormanlarının kokusunu bile hatırlıyorum.
HEP SERSERİ KADINLARI SEÇTİM
22 yaşında evlenip 28 yaşında boşanmışsınız. Neden bu kadar erken evlendiniz?
-Rol modelim annem ve babamdı. Onlar gibi erken yaşta çocuk sahibi olmak istiyordum. Babam 24’müş ben doğduğumda ama kısmet değilmiş.
Nerede tanıştınız eski eşinizle?
-Los Angeles’ta. Çok fırtınalı, çok kavga dövüşlü bir aşktı. Zor bir ilişkiydi. Olmadı, yürümedi.
Nasıl bir adam oluyorsunuz aşk yaşarken, alttan alır mısınız mesela?
-Hem de nasıl. Ama iyi olan kaybeder ya, hen de her seferinde kaybederim. Yine de evliliğim bana çok şey öğretti. Bir insanı ne kadar sevebildiğimi, ne kadar verebildiğimi, neleri kaldırıp neleri kaldıramadığımı öğrendim. Kendimle tanıştım aslında.
Ne kadar koydu ayrılık size?
- Çok. Hemen bir köpek aldım. Evliliğimden sonra iki tane yoğun ilişki daha yaşadım. Bu son 5 sene içinde. Onlar da yıpratıcı oldu.
Niye bütün bu yıpratıcı ilişkiler sizi buluyor?
-Galiba benim seçimlerimle ilgili. Hep serseri kadınları seçiyorum. Toptan kaçık kadınları. Sanki düzgün, efendi, ayağı yere basan birileri olursa, sıkıntıdan patlarım gibi geliyor. Ama işte kaçıkları idare etmek de kolay olmuyor. Artık eskiden gösterdiğim kadar teslimiyet göstermeye hazır değilim. İlişkilerim için o kadar enerji harcamışım ki, şimdi kendime harcıyorum o enerjiyi. Dağda yaşayarak gayet huzurluyum. Ata binmeyi sevişmeye tercih ediyorum.
Babası Atilla Hünal
SA’AH NAAGAİ BİKEH HOZHO
Müthiş bir oğlunuz var, her zaman mı böyleydi?
- Kendi kendi yeten, çok geniş bir hayal dünyası olan bir çocuktu. Saatlerce odasında, hayali kahramanlarıyla bir dünya kurardı. Saatlerce vakit geçirirdi. Biraz büyüdüğü zaman kimlikler yaratmaya başladı. Bir bakıyorsun mihrace kılığında...
Peki yaramazlığı?
- Felaketti, anlatılır gibi değil! Ama bütün o serseri, bağımsız, zaptedilemez, başına buyruk kimliğinin yanı sıra, çok kitap okurdu mesela. Ve okuduklarını hazmeden bir kişiliği vardı. Türkiye’de adam olması mümkün değildi, 17 yaşında yolladık. Bizden ayrılırken ona dedim ki, "Sana öncü olacak tek bir cümle var hayatta..." Bir kağıda yazdım -Kızılderililere ikimizin de ilgisi vardı- bir Navajo atasözü: Sa’ah naagai, bikeh hozho...
Ne anlama geliyor?
- "Rüzgarın doğru ise yürü, her şeyle baş edersin, bükülmezsin" gibi bir şey. O da aynen öyle yaptı. Eğer bir çocuğu fazla paketlersen sıradan olur. Ben de istedim ki çocuklarımızın kökleri doğru olsun, ama dallarıyla istedikleri yerlere gitsinler. Onları budamayalım. Budarsak çünkü Bonzai olurlar, Allah’tan olmadılar...
Annesi Vicki Hünal
ÖNCE KOCAM SONRA OĞULLARIM
Gerçekten göründüğü kadar iyi bir aile misiniz?
- Galiba. Biz hepimiz çok iyi arkadaşız. Eşim, oğullarım ve ben. İki oğlumla da fevkalade gurur duyuyorum. Yalnız bir şey itiraf etmem gerekiyor: Oğullarım doğduğunda eşim Atilla çok kıskandı. Ve benimle bir anlaşma yaptı. Birinci planda kocam olacaktı, ikinci planda çocuklarım. Çok çok zor oldu ama kabul ettim. Akşamları 8’den sonra oğullarımı görmüyordum. Ama bu bize şöyle bir şey sağladı: Biz karı- koca hep iki sevgili gibi kaldık. Hani bazı aileler artık çocukları için yaşamaya başlar ya, sonunda da tükenir, biz hiç onlardan olmadık. Hayatımız sadece oğullarımızdan ibaret değildi.
Peki arada kalmadınız mı?
- Kalmaz mıyım? Kaldım. Ama evlilik bir yolculuk gibi, uzun bir deniz yolculuğu mesela, Atilla da benim yol arkadaşım, ben yol arkadaşımı tercih ettim. Ben ona iyi bir yol arkadaşı olmazsam çocuklar da ayvayı yerdi, ben onları kendi mutsuzluğuma sürüklerdim. Oysa böyle, evliliğimizin her anından keyif aldım, bu duygumuz çocuklara da geçti.
HANGİ KADIN GELİR BU DAĞ BAŞINA
Atlara aşıksınız...
- Hem de nasıl. 3 kedim var, 4 tane de köpeğim. Ama at başka. Çok özel bir tecrübe. Son birkaç gündür ciğerlerimi çok üşüttüm, 1800 metreye çıktım, güzel havadan gece ayazına kaldım, ciğerlerimi üşüttüm, öyle bir bakıyor ki gözümün içine, sanki "Hadi artık dinlen" diyor, her şeyi hissediyor.
Siz atları kendi başınıza mı çalıştırıyorsunuz, o 1800 metrelere yalnız mı çıkıyorsunuz?
- Çoğunlukla. Bazen de Fazıl’la gidiyoruz. Bizim setin atlarına bakan arkadaş.
Siz Antakya’da bu evi satın mı aldınız?
- Yok hayır, 11 dönüm çayır izinde 35 metrekare bir ev, bir o kadar da ahır. Aylık kirası 500 lira. Amanos dağlarının yamacında. Haftada ortalama 60-70 km yol yapıyoruz atlarla. Onlar mutlu, ben de. Televizyon yok, internet yok...
Bu dağ başında yaşarken insan istemez mi bir sevgilisi olsun...
- İster de kim gelir bu dağın başına?
Siz çok da iyi bir aşçıymışsınız öyle mi?
- Fena sayılmam. Hepsi evde başladı. Annemle babam yemek yapardı, daha doğrusu, her şey birlikte yapılırdı bizim evde. Sofrayı birlikte kurarsın, birlikte kaldırırsın. Bir de bizimkiler çok seyahat ettikleri için hep enteresan menülerle gelirlerdi, onları denerdik. Ben de yurt dışında okumaya başlar başlamaz, dışarıda yemek yemek yerine, kendim pişirmeye başladım. Üniversite hayatım boyunca da mutfaklarda çalıştım. Bulaşıkçılık yaptım, aşçılık yaptım, barmenlik yaptım. Çok da keyif aldım. Hayalim bir gün bir lokantamın olmasıydı, direkt mutfağa girecektim. Tam Zazie’yi açtık, ben yemek yapacağım derken oyunculuk kariyeri başladı. Önce Ulak filmi, sonra Asi dizisi, şimdi de Issız Adam...
AHIRI BEN YAPTIM
Türkçe’de bir kelime vardır: Feraset. Düz mantık anlamına geliyor, kelime kökenine bakarsanız, "at mantığı" demek. Atların mantığı gerçekten de düz mantıktır. Basittir. Mesela ahır mı yapacaksın, duvara çivi çakmayacaksın, hayvan kafasını çarpar, gözünü çıkarır. Sonra atların hepsi dört ayak üstüne basar, burada bir yanılgıya yer yok. Ben de bütün bildiklerimi bir araya koydum ve bir ahır yaptım. Tavan kirişleri kavak, üstü kiremit. "Tamamdır" dedim. Dedim ama benim *** atlarımdan bir tanesi, kavak olan tavan kirişlerini yemiş, tavan indi inecek başlarına. Neyse tamir ettim ama bir şey daha öğrenmiş oldum.
KADINLAR ALINMASIN AMA ATLARIN ÇOK DAHA DÜRÜST VE NET BİR YAKLAŞIMI VAR
At, temel içgüdüsü kaçmak üzerine kurulu bir havyan. Ve sürü olarak var oluyor. Dolayısıyla çevresindeki diğer canlıları sürünün bir parçası olarak kabul ediyor. İnsan, köpek ayırt etmiyor. Kadınlar alınmasın ama çok daha dürüst ve direkt bir yaklaşımı var. Gerçi bir an geliyor, "Acaba bu sürü içinde sosyal olarak daha iyi bir yere gelebilir miyim?" demeye başlıyor. Özellikle erkek atlar. "Bu Cemal iyi bir adam, bana da bakıyor ama ben şöyle bir dalayım bakalım ne oluyor, belki ipleri ben alırım elime" diyor. Deniyor.
OK- YAY-MIZRAK- KAMA HEPSİNİ BİLİYOR
Ateşli silah öncesi silahlara yoğun ilgim var. Ok, yay, mızrak, kama... Bir sürü eğitim de aldım, mesela Endonezyalıların Kali dövüş tekniğini öğrendim, Japonların kılıç çekme sanatı Iaido’yu, sonra eskrimi, Ortaçağ Avrupası’nda kullanılan tek el ve çift el kılıç tekniklerini. Bu arada bıçak, kılıç, ok, yay, mızrak, cirit, topuz koleksiyonum var. Sağdan soldan topluyorum. Deliriyorum onlara.
ATLAR İNSANIN CİĞERİNİ OKUR
Yalova Ortaburun Köyü’nde oturan 60 yaşlarında bir atçı abim var, Muammer Abi. O "At ve köpeğe yaklaşırken şapka takacaksın!" der, "Hani bebeklerin tepesi, bıngıldağı yumuşaktır, orayı korumak gerekir ya, işte at ve köpek de insanı oradan resim gibi görür. Ne düşünüyorsun, ne yapıyorsun bilir, o yüzden ona yaklaşırken şapka tak!" Ben bunu öğrendiğimden beri şapka takmıyorum çünkü benim saklayacak hiçbir şeyim yok, görsün anasını satayım.
BELLİ BİR MESAFE KOY ARANA ATLARLA DİYORLAR AMA DİNLEMİYORUM
Bu işi çok iyi bilenler "Oğlum atlarla bu ne samimiyet?" diye bana kızıyorlar, "Biraz mesafe koyman lazım, kaza- maza çıkar." Ben belli şeylerle yüzleşmeyi ve çarpışmayı göz alıyorum. Ama bir keresinde göğsümden bir parça kopardı. Çayırda serbest bırakmıştım. Otluyordu, onu toplamaya gittim, benimle oyun oynamaya karar verdi, başını kurtardı ve saldırdı. Olsun, canı sağ olsun.
ELHAMRA SARAYI
Elhamra Sarayı’nda el sıkışan Yaser Arafat ve Şimon Peres
10 Aralık 1993 günü İspanya’nın Granada şehrinde tarihi bir güne tanıklık etmiştim.
O tarihte, UNESCO olarak İsrailli ve Filistinli aydınları, Elhamra Sarayı’nda bir araya getirmiş ve bu konuda yeni açılımlar sağlamaya çalışmıştık.
Filistin Başkanı Yaser Arafat ile İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres de davetimizi kabul ederek bu toplantıya katılmışlardı.
Parlak bir kış günüydü ve sanki güneş, nefes kesici Elhamra Sarayı’nı daha da görkemli kılmak için bulutsuz bir gökyüzünde dolaşmayı tercih etmişti.
13. yüzyılda Emir Muhammed’in yapımına başladığı bu saray, dünyada bugüne kadar gördüğüm en etkileyici mimariyi yansıtıyor, avlusundan içeri girenleri bambaşka bir hayal âlemine sürüklüyordu.
İşte bu büyüleyici atmosfer içinde Orta Doğu barışına bir adım daha yaklaştığımızı hissediyorduk. Heyecanlıydık, çorbada tuzumuz olacağı için sevinçliydik.
Yaser Arafat’ın haki üniforması içindeki gülümseyişini ve Şimon Peres’le yaptığı uzun konuşmayı hatırlıyorum.
Bunun üstüne bir de Şimon Peres’i dinleyince hepimizin içinde Orta Doğu’daki barışla ilgili yeni umutlar yeşermişti.
İki lider neredeyse barıştan sonra yapacakları kalkınma hamlelerine, yoksulluğu yok etme projelerine, suyla ilgili planlara odaklanmışlardı.
Ama bildiğiniz gibi olmadı. İzin vermediler, cinayetler işlendi ve barış sürekli ertelendi.
Yaser Arafat’la el sıkışarak Oslo Barış Anlaşması’na imza koyan İsrail Başbakanı İzak Rabin, 4 Kasım 1995 günü Tel Aviv’de gerçekleştirilen bir gösteri sırasında yaptığı konuşmanın ardından fanatik bir Yahudi tarafından öldürüldü. Hiç kuşku yok ki bir takım odaklar tarafından öldürtüldü demek daha doğru olur.
Bazı aşırı kanat mensupları, başına Filistin kefiyesi giydirdikleri resimlerle, barış yanlısı Şimon Peres’i sokaklarda protesto ettiler, Filistin yanlısı olmakla suçladılar.
Dünyanın her yerinde ve her döneminde olduğu gibi barış isteyenler susturuldu, savaş isteyenler kazandı.
***
Bilkent Üniversitesi’nin fahri doktora sunduğu Şimon Peres Türkiye’nin AB üyeliği için çok büyük çabalarda bulunmuş, yabancı devlet başkanlarını ikna etmeye çalışmıştı.
Şimdi nereden nereye geldik.
Onun Elhamra Sarayı’nda bize anlattığı bir hikâyeyi hatırlıyorum.
Şöyleydi.
Güney Afrika’daki ırk kavgalarının doruğa çıktığı bir dönemde bilge bir adam öğrencilerine sabahı tarif etmelerini istemiş. “Sabah olduğunu nasıl anlarsınız?” demiş.
Öğrencilerden birisi “Karşıdaki ağacın dallarını seçtiğim zaman” demiş, bir başkası “Ak keçiyi kara keçiden ayırdığım zaman” diye cevap vermiş, kimi iğneyi ipliğe takmaktan dem vurmuş.
Sonunda bilge adam hiçbirinin verdiği cevabı beğenmemiş şöyle demiş: “Yolda yürürken bir beyaz, bir siyaha rastladığı ve ona ’Günaydın kardeşim’ dediği anda sabah olduğunu anlarsınız.”
***
Orta Doğu’da ne zaman sabah olacak?
Bir İsrailliyle bir Filistinli ne zaman birbirlerine “Günaydın kardeşim” diyecekler?
Zülfü LİVANELİ
10 Aralık 1993 günü İspanya’nın Granada şehrinde tarihi bir güne tanıklık etmiştim.
O tarihte, UNESCO olarak İsrailli ve Filistinli aydınları, Elhamra Sarayı’nda bir araya getirmiş ve bu konuda yeni açılımlar sağlamaya çalışmıştık.
Filistin Başkanı Yaser Arafat ile İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres de davetimizi kabul ederek bu toplantıya katılmışlardı.
Parlak bir kış günüydü ve sanki güneş, nefes kesici Elhamra Sarayı’nı daha da görkemli kılmak için bulutsuz bir gökyüzünde dolaşmayı tercih etmişti.
13. yüzyılda Emir Muhammed’in yapımına başladığı bu saray, dünyada bugüne kadar gördüğüm en etkileyici mimariyi yansıtıyor, avlusundan içeri girenleri bambaşka bir hayal âlemine sürüklüyordu.
İşte bu büyüleyici atmosfer içinde Orta Doğu barışına bir adım daha yaklaştığımızı hissediyorduk. Heyecanlıydık, çorbada tuzumuz olacağı için sevinçliydik.
Yaser Arafat’ın haki üniforması içindeki gülümseyişini ve Şimon Peres’le yaptığı uzun konuşmayı hatırlıyorum.
Bunun üstüne bir de Şimon Peres’i dinleyince hepimizin içinde Orta Doğu’daki barışla ilgili yeni umutlar yeşermişti.
İki lider neredeyse barıştan sonra yapacakları kalkınma hamlelerine, yoksulluğu yok etme projelerine, suyla ilgili planlara odaklanmışlardı.
Ama bildiğiniz gibi olmadı. İzin vermediler, cinayetler işlendi ve barış sürekli ertelendi.
Yaser Arafat’la el sıkışarak Oslo Barış Anlaşması’na imza koyan İsrail Başbakanı İzak Rabin, 4 Kasım 1995 günü Tel Aviv’de gerçekleştirilen bir gösteri sırasında yaptığı konuşmanın ardından fanatik bir Yahudi tarafından öldürüldü. Hiç kuşku yok ki bir takım odaklar tarafından öldürtüldü demek daha doğru olur.
Bazı aşırı kanat mensupları, başına Filistin kefiyesi giydirdikleri resimlerle, barış yanlısı Şimon Peres’i sokaklarda protesto ettiler, Filistin yanlısı olmakla suçladılar.
Dünyanın her yerinde ve her döneminde olduğu gibi barış isteyenler susturuldu, savaş isteyenler kazandı.
***
Bilkent Üniversitesi’nin fahri doktora sunduğu Şimon Peres Türkiye’nin AB üyeliği için çok büyük çabalarda bulunmuş, yabancı devlet başkanlarını ikna etmeye çalışmıştı.
Şimdi nereden nereye geldik.
Onun Elhamra Sarayı’nda bize anlattığı bir hikâyeyi hatırlıyorum.
Şöyleydi.
Güney Afrika’daki ırk kavgalarının doruğa çıktığı bir dönemde bilge bir adam öğrencilerine sabahı tarif etmelerini istemiş. “Sabah olduğunu nasıl anlarsınız?” demiş.
Öğrencilerden birisi “Karşıdaki ağacın dallarını seçtiğim zaman” demiş, bir başkası “Ak keçiyi kara keçiden ayırdığım zaman” diye cevap vermiş, kimi iğneyi ipliğe takmaktan dem vurmuş.
Sonunda bilge adam hiçbirinin verdiği cevabı beğenmemiş şöyle demiş: “Yolda yürürken bir beyaz, bir siyaha rastladığı ve ona ’Günaydın kardeşim’ dediği anda sabah olduğunu anlarsınız.”
***
Orta Doğu’da ne zaman sabah olacak?
Bir İsrailliyle bir Filistinli ne zaman birbirlerine “Günaydın kardeşim” diyecekler?
Zülfü LİVANELİ
MARX 140 YIL ÖNCE SÖYLEMİŞ
Marx 140 yıl önce söylemiş
İnsanlık niye akıl sahiplerini dinlemez, niye herkes kendi küçük aklını beğenir, niçin aklın da vücut gibi geliştirilecek bir şey olduğunu bilmez, bir türlü anlayamam.
Birisine deseniz ki “İdil Biret gibi piyano çal!”
Hemen “Çalamam!” cevabını verir.
“Niçin?” dersiniz.
“Ama o bu işe ömrünü vermiş, çalışmış” der.
Ne var ki aynı mantığı, düşünce alanına uygulayamaz. Ömrünü kitaba, düşünmeye, bilime, sanata adamış olanların beyninin daha gelişmiş olabileceğini kabul etmez.
“O onun fikri, bu da benim fikrim!” der.
“Herkesin fikri kendine!” klişesini tekrarlar.
***
Birisine yüzlerce kiloluk bir halter verseniz ve kaldırmasını isteseniz yine aynı reaksiyonla karşılaşırsınız.
“Ben bunu nasıl kaldırayım?” der.
“Ama Naim Süleymanoğlu kaldırıyor” dediğiniz zaman da cevabı hazırdır.
“O yıllarca çalışmış birader. Kaslarını geliştirmiş. Ben ona nasıl yetişeyim.”
Bu düşünme tarzı, bedenle ilgili her olayda göze çarpar.
Ama çok az kişi, beyinsel gelişimi anlayabilir. Çünkü beynin kasları görünmez.
Bu yüzden de herkes kendisini düşünürlerle, filozoflarla bir tutar.
Yıllarını okumaya yazmaya, bu dünyayı anlamak için metotlu düşünmeye adamış kişinin farklılığını göremez. Bunun sonucu olarak da her şeyi kendi küçük aklıyla çözmeye çalışır.
Ve kaçınılmaz olarak başı belaya girer.
***
Şimdi size bunun çarpıcı bir örneğini vereceğim.
Değerli bir arkadaşım, Karl Marx’ın 140 yıl önce yazdığı şu satırları göndermiş:
“Sermaye sahipleri; çalışan kesimi gittikçe daha fazla pahalı mallar, evler ve teknoloji satın almaya teşvik edecek; onları yüksek faizle borçlanmaya zorlayacak. Ta ki bu borçları ödeyemez hale gelene kadar. Ödenmemiş borçlar bankaların iflas etmesine yol açacak ve bunlar millileştirilecekler. Ve devlet kaçınılmaz olarak komünizme giden yola girecek.
“Karl Marx 1867”
Bu alıntıyı yaparken, aynı yorumu Kurt Tucholsky’den de okumuş olduğumu hatırladım. Yalnız o, krizin komünizmle değil, savaşla sonuçlanacağını öngörüyordu..
***
Acaba kendini pek akıllı zanneden “uyanıklar” bu düşürlerin kitaplarını okuyup, sözlerine kulak verselerdi dünya böyle mi olurdu?
Krizlerden kriz beğen noktasına mı sürüklenirdi?
Zülfü LİVANELİ
İnsanlık niye akıl sahiplerini dinlemez, niye herkes kendi küçük aklını beğenir, niçin aklın da vücut gibi geliştirilecek bir şey olduğunu bilmez, bir türlü anlayamam.
Birisine deseniz ki “İdil Biret gibi piyano çal!”
Hemen “Çalamam!” cevabını verir.
“Niçin?” dersiniz.
“Ama o bu işe ömrünü vermiş, çalışmış” der.
Ne var ki aynı mantığı, düşünce alanına uygulayamaz. Ömrünü kitaba, düşünmeye, bilime, sanata adamış olanların beyninin daha gelişmiş olabileceğini kabul etmez.
“O onun fikri, bu da benim fikrim!” der.
“Herkesin fikri kendine!” klişesini tekrarlar.
***
Birisine yüzlerce kiloluk bir halter verseniz ve kaldırmasını isteseniz yine aynı reaksiyonla karşılaşırsınız.
“Ben bunu nasıl kaldırayım?” der.
“Ama Naim Süleymanoğlu kaldırıyor” dediğiniz zaman da cevabı hazırdır.
“O yıllarca çalışmış birader. Kaslarını geliştirmiş. Ben ona nasıl yetişeyim.”
Bu düşünme tarzı, bedenle ilgili her olayda göze çarpar.
Ama çok az kişi, beyinsel gelişimi anlayabilir. Çünkü beynin kasları görünmez.
Bu yüzden de herkes kendisini düşünürlerle, filozoflarla bir tutar.
Yıllarını okumaya yazmaya, bu dünyayı anlamak için metotlu düşünmeye adamış kişinin farklılığını göremez. Bunun sonucu olarak da her şeyi kendi küçük aklıyla çözmeye çalışır.
Ve kaçınılmaz olarak başı belaya girer.
***
Şimdi size bunun çarpıcı bir örneğini vereceğim.
Değerli bir arkadaşım, Karl Marx’ın 140 yıl önce yazdığı şu satırları göndermiş:
“Sermaye sahipleri; çalışan kesimi gittikçe daha fazla pahalı mallar, evler ve teknoloji satın almaya teşvik edecek; onları yüksek faizle borçlanmaya zorlayacak. Ta ki bu borçları ödeyemez hale gelene kadar. Ödenmemiş borçlar bankaların iflas etmesine yol açacak ve bunlar millileştirilecekler. Ve devlet kaçınılmaz olarak komünizme giden yola girecek.
“Karl Marx 1867”
Bu alıntıyı yaparken, aynı yorumu Kurt Tucholsky’den de okumuş olduğumu hatırladım. Yalnız o, krizin komünizmle değil, savaşla sonuçlanacağını öngörüyordu..
***
Acaba kendini pek akıllı zanneden “uyanıklar” bu düşürlerin kitaplarını okuyup, sözlerine kulak verselerdi dünya böyle mi olurdu?
Krizlerden kriz beğen noktasına mı sürüklenirdi?
Zülfü LİVANELİ
NİHAT GENÇ GAZZE YORUMU
‘ONLAR BİZİ İLKEL, VAHŞİ, BARBAR OLARAK GÖRÜYOR’
Türkiye’nin en aykırı yazarlarından biri olan Nihat Genç, Odatv.com’a İsrail’in Gazze’ye saldırısıyla başlayan, Ortadoğu’daki gerginliğin arkasında olup biten gerçekleri analiz etti.
Türk medyasının Ortadoğu’da yaşananlar karşısındaki tutumunu sert bir dille eleştiren Nihat Genç, Avrupa’nın duruşunu yitirdiğini, dünya üzerinde oynanan oyunlara bazı aydınların bilerek suskun kaldığını ifade etti.
İşte Nihat Genç’in Odatv.com’a yaptığı sert açıklamalar:
“Bütün Baaslar millidir, milliyetçidir, Türkiye’deki Kemalistlere benzer. Bunların karşısına İslami hareketi güçlendirmeye çalışıldı. Irak’ta, Suriye’de, İran’da her yerde... Diyelim ki Filistin’de de El Fetih ve ona benzer sol örgütler çok revaçtaydı. Dünyayı altını üstüne getiriyorlardı. İsrail ve Amerika bunların karşısına İslami hareketi çıkarttı. İslami hareket yeni, büyük bir güç olarak, dün Arap dünyasının umudu Nasr’ken şimdi de İslamcılar olmaya başladı. Afganistan’da çok büyük bir savaş verildi komünizme karşı. Çok sonra Amerika ve İsrail’in elindeki İslam gücü de kaydı. Yani karşı muhalefete geçti. Ters tepti ve ondan sonra Batı dünyası Amerika ve İsrail, artık İslamcılarla savaşmaya başladı. Bu savaşın İsrail’deki karşıtı Hamas’tır. Müslüman kardeşlerin devamı gibi, Mısır’da Müslüman kardeşleridir, Afganistan’da Taliban’dır. Hizbullah gibi örgütlerdir. Ve tabi ki İran devrimiyle yeni bir İslami hareket kendini gösterdi. Batı dünyası şimdi, çok sonradan da İsrail ve Amerika, bütün dünyaya İslamcıların ne kadar rezil, kepaze, barbar, kendi kendini vuran ve İslam’ı bunların üzerinden çok kötü göstermeye başladı. Bütün dünyada, İslam işte böyle vahşidir, canlı bombadır, pistir, sakallıdır, “Bunlar medeniyet bilmez” gibi gösterilmeye çalışıldı. İslami hareketin içindeki Taliban gibi selefi hareketler de, Suud Bedevi geleneğinden gelen medeniyet ve kültür karşıtı hareketler de zaten var. Fakat bunlar şehir hareketi değildi. Nihayetinde Fransa’daki, İngiltere’deki, Amerika’daki gazeteler, artık İslamcılarla oturup İslamcılarla kalkmaya başladı. Bunun en büyük örneği 11 Eylül’dür.
Ve dünya bunlara büyük bir savaş ilan etti. Şeytan ilan edildi bunlar. Ve Amerika bunlarla dost olan, arkadaş olan herkes cezalandırılacak, dedi. Savaş ilan edilince, bütün dünya ülkeleri de bunun çok dışında kalamadılar. Türkiye’deki örneği, işte Hamas’tan birisinin Türkiye’ye gizlice gelip, Türk devletinin alt kadrolarıyla diplomatik bir ilişkiye girişi bile, Türkiye’nin altını üstüne getirdi. “Siz nasıl olur da böyle bir örgütle ilişkiye girersiniz?” diye... Çok sonra Avrupalılar da bu örgütle ilişkiye girdi. İsrail de şaşırtıcı bir şekilde ilişkiye girdi. Derken, bir cümle çok unutulmaya başlandı. Unutulan cümle şudur; “Bu insanlar topraklarını savunuyorlar.” Arap- İsrail savaşında Doğu Kudüs işgal edilmiştir. Golan Tepeleri işgal edilmiştir. Batı Şeria, Gazze şeridi dediğimiz yerler işgal edilmiştir.
İsrail’in buralardan çekilmesi lazım ve toprakları terk etmesi lazım. Birleşmiş Milletler’in hiçbir yasasına ve kararına da uymuyor. Dünyayı da tanımıyor. Elinde de büyük, nükleer güçler var. Abartılmış bir askeri gücüne de, silah gücüne de çok güveniyor. İnsanları dünya tarihinin hiçbir yerinde görülmemiş bir şekilde karantina altına aldı. Televizyonlarda görüyorsunuz, büyük duvarlar çekti. O duvarlardan giriş ve çıkışlar yasak. Aynı bir Kızılderili kampı gibi. Kalem sokamıyorsunuz… Çocuklar okula gidemiyor. Su yok, elektrik yok. İlaç girmiyor, çocuk oyuncakları girmiyor. Oyuncaklar dahil, İsraillilerin denetiminden içeri alınmıyor.
İsrail başka bir şey daha yaptı. Türk medyasını kullanmaya başladı. Avrupa medyasını zaten kullanıyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, Avrupa’da büyük bir gücü var. Türkiye’de Milliyet gibi, Hürriyet gibi gazetelerden yazarları, kendilerine hep davet eder, gezdirir, iyi taraflarını göstermek için, iyi ilişkilere girer. Kendi aleyhinde yazanları düşman ilan eder ve onları asla şöhret yapmaz. Ortaya çıkarmaz. Bugün Türkiye’de bir sürü insanın niçin çabuk meşhur olduğunun sebebi, bu tavırdır. Burada görünmez gizli bir el, İslamcılara destek olmayan insanları çok çabuk şöhret eder, ortaya çıkartır. Bu insanlar hiçbir zaman Filistinlilerin toprakları olduğunu, bu toprakları savunmaları gerektiğini, burada nefsi bir müdafaa, milli bir mücadele kavgası verdiğini söylemez. Molla olur, Müslüman olur, Budist olur, Kızılderili olur; insanların ülkelerini, topraklarını savunmaları kutsaldır. Bu Birleşmiş Milletler’de de böyledir, insanlık yasası da budur, vicdan da budur.
Fakat bunları siz de görüyorsunuz, Türk medyasında bunları vahşi, pis, barbar göstermek, İsrail propagandası bu yazarlar üzerinden işlemiştir. Bu yazarlar, hem İsrail, hem de kurulmakta olan Barzani, hem de Ermenistan devletiyle, sürekli batıyla ilişki içinde, Avrupa projeleriyle… Kullandıkları kavramlar basittir. Uygar, çağdaş, batı demokrasisi. Bu kavramları kullanarak, bu topraklarda, her türlü sindirme, yok etme haklarını da ellerinde görüyorlar. Tabi ki demokrasi onlar için. Özgürlük dedikleri şey, onların Nükleer bombalarının özgürlüğü. Bizim özgürlüğümüz, konuşmamız söz konusu değildir. Bizim yazarlarımızın konuşması, yazarlarımızın ülkesinin değerlerini ve kendisini batıya karşı savunması söz konusu değildir. Geldiğimiz şu son noktada hepimiz kendimize, yakın tarihimize, gazetelerimize bakalım: Biz kimden yanayız? Biz insanlık vicdanından yanayız. Kim kimi öldürüyorsa, onun karşısına geçeceğiz. Büyük güçlerin, nükleer silahların karşısına geçeceğiz. Nükleer silahlarla, üç beş yaşındaki çocukları öldürmelerinin karşısına geçeceğiz. Ülkelerini koruyan insanlara yardım edeceğiz, yardım göndereceğiz. Onların öncüsü olacağız. Ama bizim medyamızdaki yazarlar, bunları konuşmuyorlar. Bunları konuşmayarak, bakın etrafımızda neler oldu? Gözümüzün önünde Çeçenistan’da iki ayrı savaşta 400 bine yakın insan öldü. Gözümüzün önünde Bosna’da 200 bine yakın insan öldü. Gözümüzün önünde Afgan coğrafyası ortadan kalktı. Irak beşe bölündü milyonlarca insan öldü. Artık detaylarını döşeyin.
Buralarda bunlar olurken, batı ağzı kullanan, uygar, çağdaş, demokrat kelimelerini çok iyi kullanan, İsrail ve Ermenilere böyle gizli bir fısıltı ya da ne bileyim bir anlaşması olan yazar ve çizerler bunları görmezden geldiler. Bu topraklarda biz öldürülüyoruz, bunu görmezden geliyorlar. Sanki katliam olmuyor, bunlar sanki bir temizlik. Hijyenik, steril, demokrasinin önünü açmak gibi. Biliyorsunuz Cengiz Çandar Bey’ler bile Güneydoğu’da yaptığı bir konuşmada, “Atom bombası Japonya’ya atılmasıydı, Japonya’ya demokrasi gelmezdi” dedi. Yani bu söz, ‘Irak’a bomba atılması, oraya demokrasi getirmek için atılıyor’ anlamı taşıyor. Bunların şöyle bir politikaları vardır. Bu katliam günlerinde, bu insanlar bu konularla çok ilgilenmezler. Spor yazarlar, eften püften olmayan konularda yazarlar. Bu konu gündemini kaybeder, gündemini kaybettikten sonra tekrar vicdan olarak ortaya çıkarlar. Kendilerine bir vicdan bulurlar tarihten, diyelim Ermeni sorunu ya da başka bir sorun, hemen ortaya çıkarlar. Bunlar bana sorarsan telefon reklamlarında telefon satan Cem Yılmaz gibi soyut karakterlerdir. Dünya aslında umurlarında değildir, öldürülen insanlar da umurlarında değildir. İnsanlar katledilir hiç oralı olmazlar. Bunlar, hep ekrana çıkar, aynı lafları tekrar ederler. Aynı telefonu satarlar. Hani çamaşırcı teyze vardır, 30 yıldır çamaşır reklamı yapıyor. “Leke” aynı lekeden söz ediyor. Bunlar soyut insanlar. Bir tarafta çok umursuyorlar dünyayı, kendilerini et ve kemik gibi batının uygar, çağdaş, demokratik dediği düşüncelerinin içinde kabul ediyorlar. Bu düşüncenin dışında kalmış Müslümanları, batı toprakları dışında kalmış herkesi cezalandırmaya çalışıyorlar.
Nasıl cezalandırıyorlar? Son 10 yılda coğrafyamızdan milyonlarca ölü çıktı. Bu ölüleri de ekranlarda bize söyleyecek, tekrar edecek, bir aydın kadrosunu çok hararetli bir şekilde bulamıyoruz. Tabi ki insanlar çok küçük televizyonlarda kendilerini çok marjinal, çok da konuya sahip olmayan ama heyecanlarıyla konuşan insanlar vasıtasıyla, ifade edebiliyorlar. Bu da çok rahatsız edici bir şey. Niye rahatsız edici bir şey? İnsanların duyguları, heyecanları kontrolden çıkıyor ve insanlar marjinalize oluyor. Oysa bu toprağın en değerli yazarları, akademileri, medyası çok daha derli toplu, akıllı, bilgili, bilimsel ve siyaset bilimi konuşarak bu konulara sahip çıkarsa, marjinal insanlar da bu konuda fazla galeyana gelmez, linçvari duygularla bu işi öğrenmezler. Ama ülkenin ana damarını götüren büyük medyası, büyük gazeteleri, büyük yazarları bu konuya sahip çıkmadıkları takdirde, marjinal yerlerde ideolojik bir güç büyüyecek. Bunu İslamcılık de, başka bir şey de. Bu hep böyle de ola gelmiştir. Orhan Pamuk’larımız, Cengiz Çandar’larımız, Taraf gazetelerimiz, ona benzer bütün yazar kadromuz bu konularda, Arapları, Müslümanları, batı dışı topraklarda kalan bizleri, ilkel, vahşi, barbar olarak bir kere karar vermişlerdir. Belki bir iki gün üstün körü bir kınama yaparlar. O kınama lafın gelişi gibi, ileride vicdanlarına dair bir şey sorulursa, “Söylemiştik.” gibi bir şey olur. Sanıyorum bu günlerde en zor olan şey, “İnsanlık nerede duracak?” sorusudur. Ben size söylüyorum; Avrupa duruşunu kaybetmiştir.”
Nihat GENÇ
Türkiye’nin en aykırı yazarlarından biri olan Nihat Genç, Odatv.com’a İsrail’in Gazze’ye saldırısıyla başlayan, Ortadoğu’daki gerginliğin arkasında olup biten gerçekleri analiz etti.
Türk medyasının Ortadoğu’da yaşananlar karşısındaki tutumunu sert bir dille eleştiren Nihat Genç, Avrupa’nın duruşunu yitirdiğini, dünya üzerinde oynanan oyunlara bazı aydınların bilerek suskun kaldığını ifade etti.
İşte Nihat Genç’in Odatv.com’a yaptığı sert açıklamalar:
“Bütün Baaslar millidir, milliyetçidir, Türkiye’deki Kemalistlere benzer. Bunların karşısına İslami hareketi güçlendirmeye çalışıldı. Irak’ta, Suriye’de, İran’da her yerde... Diyelim ki Filistin’de de El Fetih ve ona benzer sol örgütler çok revaçtaydı. Dünyayı altını üstüne getiriyorlardı. İsrail ve Amerika bunların karşısına İslami hareketi çıkarttı. İslami hareket yeni, büyük bir güç olarak, dün Arap dünyasının umudu Nasr’ken şimdi de İslamcılar olmaya başladı. Afganistan’da çok büyük bir savaş verildi komünizme karşı. Çok sonra Amerika ve İsrail’in elindeki İslam gücü de kaydı. Yani karşı muhalefete geçti. Ters tepti ve ondan sonra Batı dünyası Amerika ve İsrail, artık İslamcılarla savaşmaya başladı. Bu savaşın İsrail’deki karşıtı Hamas’tır. Müslüman kardeşlerin devamı gibi, Mısır’da Müslüman kardeşleridir, Afganistan’da Taliban’dır. Hizbullah gibi örgütlerdir. Ve tabi ki İran devrimiyle yeni bir İslami hareket kendini gösterdi. Batı dünyası şimdi, çok sonradan da İsrail ve Amerika, bütün dünyaya İslamcıların ne kadar rezil, kepaze, barbar, kendi kendini vuran ve İslam’ı bunların üzerinden çok kötü göstermeye başladı. Bütün dünyada, İslam işte böyle vahşidir, canlı bombadır, pistir, sakallıdır, “Bunlar medeniyet bilmez” gibi gösterilmeye çalışıldı. İslami hareketin içindeki Taliban gibi selefi hareketler de, Suud Bedevi geleneğinden gelen medeniyet ve kültür karşıtı hareketler de zaten var. Fakat bunlar şehir hareketi değildi. Nihayetinde Fransa’daki, İngiltere’deki, Amerika’daki gazeteler, artık İslamcılarla oturup İslamcılarla kalkmaya başladı. Bunun en büyük örneği 11 Eylül’dür.
Ve dünya bunlara büyük bir savaş ilan etti. Şeytan ilan edildi bunlar. Ve Amerika bunlarla dost olan, arkadaş olan herkes cezalandırılacak, dedi. Savaş ilan edilince, bütün dünya ülkeleri de bunun çok dışında kalamadılar. Türkiye’deki örneği, işte Hamas’tan birisinin Türkiye’ye gizlice gelip, Türk devletinin alt kadrolarıyla diplomatik bir ilişkiye girişi bile, Türkiye’nin altını üstüne getirdi. “Siz nasıl olur da böyle bir örgütle ilişkiye girersiniz?” diye... Çok sonra Avrupalılar da bu örgütle ilişkiye girdi. İsrail de şaşırtıcı bir şekilde ilişkiye girdi. Derken, bir cümle çok unutulmaya başlandı. Unutulan cümle şudur; “Bu insanlar topraklarını savunuyorlar.” Arap- İsrail savaşında Doğu Kudüs işgal edilmiştir. Golan Tepeleri işgal edilmiştir. Batı Şeria, Gazze şeridi dediğimiz yerler işgal edilmiştir.
İsrail’in buralardan çekilmesi lazım ve toprakları terk etmesi lazım. Birleşmiş Milletler’in hiçbir yasasına ve kararına da uymuyor. Dünyayı da tanımıyor. Elinde de büyük, nükleer güçler var. Abartılmış bir askeri gücüne de, silah gücüne de çok güveniyor. İnsanları dünya tarihinin hiçbir yerinde görülmemiş bir şekilde karantina altına aldı. Televizyonlarda görüyorsunuz, büyük duvarlar çekti. O duvarlardan giriş ve çıkışlar yasak. Aynı bir Kızılderili kampı gibi. Kalem sokamıyorsunuz… Çocuklar okula gidemiyor. Su yok, elektrik yok. İlaç girmiyor, çocuk oyuncakları girmiyor. Oyuncaklar dahil, İsraillilerin denetiminden içeri alınmıyor.
İsrail başka bir şey daha yaptı. Türk medyasını kullanmaya başladı. Avrupa medyasını zaten kullanıyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, Avrupa’da büyük bir gücü var. Türkiye’de Milliyet gibi, Hürriyet gibi gazetelerden yazarları, kendilerine hep davet eder, gezdirir, iyi taraflarını göstermek için, iyi ilişkilere girer. Kendi aleyhinde yazanları düşman ilan eder ve onları asla şöhret yapmaz. Ortaya çıkarmaz. Bugün Türkiye’de bir sürü insanın niçin çabuk meşhur olduğunun sebebi, bu tavırdır. Burada görünmez gizli bir el, İslamcılara destek olmayan insanları çok çabuk şöhret eder, ortaya çıkartır. Bu insanlar hiçbir zaman Filistinlilerin toprakları olduğunu, bu toprakları savunmaları gerektiğini, burada nefsi bir müdafaa, milli bir mücadele kavgası verdiğini söylemez. Molla olur, Müslüman olur, Budist olur, Kızılderili olur; insanların ülkelerini, topraklarını savunmaları kutsaldır. Bu Birleşmiş Milletler’de de böyledir, insanlık yasası da budur, vicdan da budur.
Fakat bunları siz de görüyorsunuz, Türk medyasında bunları vahşi, pis, barbar göstermek, İsrail propagandası bu yazarlar üzerinden işlemiştir. Bu yazarlar, hem İsrail, hem de kurulmakta olan Barzani, hem de Ermenistan devletiyle, sürekli batıyla ilişki içinde, Avrupa projeleriyle… Kullandıkları kavramlar basittir. Uygar, çağdaş, batı demokrasisi. Bu kavramları kullanarak, bu topraklarda, her türlü sindirme, yok etme haklarını da ellerinde görüyorlar. Tabi ki demokrasi onlar için. Özgürlük dedikleri şey, onların Nükleer bombalarının özgürlüğü. Bizim özgürlüğümüz, konuşmamız söz konusu değildir. Bizim yazarlarımızın konuşması, yazarlarımızın ülkesinin değerlerini ve kendisini batıya karşı savunması söz konusu değildir. Geldiğimiz şu son noktada hepimiz kendimize, yakın tarihimize, gazetelerimize bakalım: Biz kimden yanayız? Biz insanlık vicdanından yanayız. Kim kimi öldürüyorsa, onun karşısına geçeceğiz. Büyük güçlerin, nükleer silahların karşısına geçeceğiz. Nükleer silahlarla, üç beş yaşındaki çocukları öldürmelerinin karşısına geçeceğiz. Ülkelerini koruyan insanlara yardım edeceğiz, yardım göndereceğiz. Onların öncüsü olacağız. Ama bizim medyamızdaki yazarlar, bunları konuşmuyorlar. Bunları konuşmayarak, bakın etrafımızda neler oldu? Gözümüzün önünde Çeçenistan’da iki ayrı savaşta 400 bine yakın insan öldü. Gözümüzün önünde Bosna’da 200 bine yakın insan öldü. Gözümüzün önünde Afgan coğrafyası ortadan kalktı. Irak beşe bölündü milyonlarca insan öldü. Artık detaylarını döşeyin.
Buralarda bunlar olurken, batı ağzı kullanan, uygar, çağdaş, demokrat kelimelerini çok iyi kullanan, İsrail ve Ermenilere böyle gizli bir fısıltı ya da ne bileyim bir anlaşması olan yazar ve çizerler bunları görmezden geldiler. Bu topraklarda biz öldürülüyoruz, bunu görmezden geliyorlar. Sanki katliam olmuyor, bunlar sanki bir temizlik. Hijyenik, steril, demokrasinin önünü açmak gibi. Biliyorsunuz Cengiz Çandar Bey’ler bile Güneydoğu’da yaptığı bir konuşmada, “Atom bombası Japonya’ya atılmasıydı, Japonya’ya demokrasi gelmezdi” dedi. Yani bu söz, ‘Irak’a bomba atılması, oraya demokrasi getirmek için atılıyor’ anlamı taşıyor. Bunların şöyle bir politikaları vardır. Bu katliam günlerinde, bu insanlar bu konularla çok ilgilenmezler. Spor yazarlar, eften püften olmayan konularda yazarlar. Bu konu gündemini kaybeder, gündemini kaybettikten sonra tekrar vicdan olarak ortaya çıkarlar. Kendilerine bir vicdan bulurlar tarihten, diyelim Ermeni sorunu ya da başka bir sorun, hemen ortaya çıkarlar. Bunlar bana sorarsan telefon reklamlarında telefon satan Cem Yılmaz gibi soyut karakterlerdir. Dünya aslında umurlarında değildir, öldürülen insanlar da umurlarında değildir. İnsanlar katledilir hiç oralı olmazlar. Bunlar, hep ekrana çıkar, aynı lafları tekrar ederler. Aynı telefonu satarlar. Hani çamaşırcı teyze vardır, 30 yıldır çamaşır reklamı yapıyor. “Leke” aynı lekeden söz ediyor. Bunlar soyut insanlar. Bir tarafta çok umursuyorlar dünyayı, kendilerini et ve kemik gibi batının uygar, çağdaş, demokratik dediği düşüncelerinin içinde kabul ediyorlar. Bu düşüncenin dışında kalmış Müslümanları, batı toprakları dışında kalmış herkesi cezalandırmaya çalışıyorlar.
Nasıl cezalandırıyorlar? Son 10 yılda coğrafyamızdan milyonlarca ölü çıktı. Bu ölüleri de ekranlarda bize söyleyecek, tekrar edecek, bir aydın kadrosunu çok hararetli bir şekilde bulamıyoruz. Tabi ki insanlar çok küçük televizyonlarda kendilerini çok marjinal, çok da konuya sahip olmayan ama heyecanlarıyla konuşan insanlar vasıtasıyla, ifade edebiliyorlar. Bu da çok rahatsız edici bir şey. Niye rahatsız edici bir şey? İnsanların duyguları, heyecanları kontrolden çıkıyor ve insanlar marjinalize oluyor. Oysa bu toprağın en değerli yazarları, akademileri, medyası çok daha derli toplu, akıllı, bilgili, bilimsel ve siyaset bilimi konuşarak bu konulara sahip çıkarsa, marjinal insanlar da bu konuda fazla galeyana gelmez, linçvari duygularla bu işi öğrenmezler. Ama ülkenin ana damarını götüren büyük medyası, büyük gazeteleri, büyük yazarları bu konuya sahip çıkmadıkları takdirde, marjinal yerlerde ideolojik bir güç büyüyecek. Bunu İslamcılık de, başka bir şey de. Bu hep böyle de ola gelmiştir. Orhan Pamuk’larımız, Cengiz Çandar’larımız, Taraf gazetelerimiz, ona benzer bütün yazar kadromuz bu konularda, Arapları, Müslümanları, batı dışı topraklarda kalan bizleri, ilkel, vahşi, barbar olarak bir kere karar vermişlerdir. Belki bir iki gün üstün körü bir kınama yaparlar. O kınama lafın gelişi gibi, ileride vicdanlarına dair bir şey sorulursa, “Söylemiştik.” gibi bir şey olur. Sanıyorum bu günlerde en zor olan şey, “İnsanlık nerede duracak?” sorusudur. Ben size söylüyorum; Avrupa duruşunu kaybetmiştir.”
Nihat GENÇ
OBAMA
Obama bizim mitinglerde konuşsaydı...
Eflatun, ülkeleri filozoflar yönetmeli der ya; sanki Barack Obama bu öngörüyü gerçekleştirmek için dünyaya gelmiş.Son olarak onu Jay Leno’nun programında izledim ve bu kanım daha da güçlendi.ABD başkanlık koltuğunda oturan Obama, son derece akıllı, bilgili, kültürlü bir kişi. Üstüne üstlük güçlü bir mizah duygusu var. Kendisi dahil her şeyle dalga geçebiliyor, zekice şakalar yapabiliyor.Hareketlerine alçakgönüllü bir entelektüel tavrı egemen.
***
Barack Obama’nın siyahi olması Türkiye’de çok yanlış çağrışımlara yol açıyor.Sanılıyor ki piramidin en altından gelen, kültürü halk ortalamasının altında olan bir kişi.Oysa durum tam tersi.Barack Obama Amerika’nın yetiştirdiği en önemli enlektüellerden birisi. Yazdığı kitaplar, verdiği konferanslar onun müthiş bir bilgi birikimine sahip, kültürlü, gelişmiş bir enlektüel olduğunu ortaya koyuyor.
***
Amerika, George W. Bush gibi “Tanrı’nın kendisini dünyayı kurtarmak üzere görevlendirdiğine” inanan, kitap okumayan, ana dilini bile doğru dürüst konuşamayan, karışık sorular karşısında anlamsız bakışlarla donan, kaba saba birisinden sonra başkanlık koltuğuna bir entelektüeli oturttu.Bush belki (ailesine ve eğitimine rağmen) toplumun en altını temsil ediyordu ama Obama, Amerikan düşünsel ve kültürel elitinin ürünü.
***
Programda Obama, ekonomik krizin nedenlerini, herkesin anlayacağı bir biçimde ve çok doğru olarak özetledi.Dedi ki: “Bir sigorta şirketini ve yöneticilerini düşünün. Kâr eden, verimli bir şirket. Ama yeni ve genç yöneticiler bununla yetinmiyor ve niçin yüz milyon dolar kazanmayayım diye soruyor. Bunun sonucu olarak hedge fund’lar yaratılıyor, insanlara satılıyor. Milyarlarca dolar gelir elde ediliyor, yöneticiler lüks içinde yaşıyor. Sonunda şirketin asli faaliyetiyle ve kapasitesiyle ilgisi olmayan bir para uçuşuyor ortalıkta. Ama kazandıkları bu paraların toplumu nasıl kötü etkilediğini, başkalarının zararına olduğunu düşünmüyorlar ve sistem çöküyor.” Obama’nın şu saptaması da çok önemli ve Türkiye için de geçerli:“Bütün gençler iş idaresi (business) okuyup böyle yöntemlerle bir iki yılda zengin olmak istiyor. Ama toplumun doktorlara da, mühendislere de, mimarlara da, bilim adamlarına da ihtiyacı var.” Jay Leno soruyor: “Peki topluma bunca kötülük yapanların hapse girmesi gerekmez mi?” Obama cevap veriyor: “Evet ama ne yazık ki yaptıkları şeyler yasalara uydurulmuş. Bir tost makinesi aldığınızda yüzünüze patlarsa bunun hesabını mahkemede sorabilirsiniz. Ama aldığınız bir hisse senedi yüzünüze patlarsa hiçbir şey yapamazsınız. Çünkü siz fark etmeden bir takım imzalar atmış ve onlara bu hakkı tanımışsınız. Mesela kredi kartınıza yüzde 30 faiz uygulanmasını kabul etmişsiniz.” Düşünün ki Beyaz Saray’da bu sözleri söyleyebilen ve durumun fotoğrafını bu kadar net çekebilen bir lider oturmakta.Olmayan kitle imha silahları bahanesiyle bütün dünyayı kandırarak Irak’a savaş ilan eden Bush’tan ne kadar farklı değli mi?
***
Jay Leno bu arada şakalar yapıyor, Obama’nın koluna ahbapça vuruyor ve mesela “Airforce 1 uçağına binmek hoş mu?” diye soruyor. Obama içten bir kahkaha atıyor ve diyor ki: “Evet bence hoş ama bu iş kızlarımı hiç etkilemedi. Uçağa ilk bindiklerinde bir şeker kavanozu görüp aaa şeker diyerek oraya koştular. Oysa ben başkan babalarının uçağından Lincoln anıtına bakmalarını istiyordum.” Seyircilerden alkışlar ve kahkahalar yükseliyor. Programın sonunda şunu düşünüyorum:Obama bizim Türkiye’de ve dünyada bildiğimiz birikimli, şakacı, hümanist bir entelektüel.Yani Türkiye’de olsa seçilemezdi.Çünkü mitinglerde boğaz damarları şişe şişe rakiplerine “Maganda. Sen kim oluyorsun? Senin alnını karışlarım” diye bağıramazdı.
Eflatun, ülkeleri filozoflar yönetmeli der ya; sanki Barack Obama bu öngörüyü gerçekleştirmek için dünyaya gelmiş.Son olarak onu Jay Leno’nun programında izledim ve bu kanım daha da güçlendi.ABD başkanlık koltuğunda oturan Obama, son derece akıllı, bilgili, kültürlü bir kişi. Üstüne üstlük güçlü bir mizah duygusu var. Kendisi dahil her şeyle dalga geçebiliyor, zekice şakalar yapabiliyor.Hareketlerine alçakgönüllü bir entelektüel tavrı egemen.
***
Barack Obama’nın siyahi olması Türkiye’de çok yanlış çağrışımlara yol açıyor.Sanılıyor ki piramidin en altından gelen, kültürü halk ortalamasının altında olan bir kişi.Oysa durum tam tersi.Barack Obama Amerika’nın yetiştirdiği en önemli enlektüellerden birisi. Yazdığı kitaplar, verdiği konferanslar onun müthiş bir bilgi birikimine sahip, kültürlü, gelişmiş bir enlektüel olduğunu ortaya koyuyor.
***
Amerika, George W. Bush gibi “Tanrı’nın kendisini dünyayı kurtarmak üzere görevlendirdiğine” inanan, kitap okumayan, ana dilini bile doğru dürüst konuşamayan, karışık sorular karşısında anlamsız bakışlarla donan, kaba saba birisinden sonra başkanlık koltuğuna bir entelektüeli oturttu.Bush belki (ailesine ve eğitimine rağmen) toplumun en altını temsil ediyordu ama Obama, Amerikan düşünsel ve kültürel elitinin ürünü.
***
Programda Obama, ekonomik krizin nedenlerini, herkesin anlayacağı bir biçimde ve çok doğru olarak özetledi.Dedi ki: “Bir sigorta şirketini ve yöneticilerini düşünün. Kâr eden, verimli bir şirket. Ama yeni ve genç yöneticiler bununla yetinmiyor ve niçin yüz milyon dolar kazanmayayım diye soruyor. Bunun sonucu olarak hedge fund’lar yaratılıyor, insanlara satılıyor. Milyarlarca dolar gelir elde ediliyor, yöneticiler lüks içinde yaşıyor. Sonunda şirketin asli faaliyetiyle ve kapasitesiyle ilgisi olmayan bir para uçuşuyor ortalıkta. Ama kazandıkları bu paraların toplumu nasıl kötü etkilediğini, başkalarının zararına olduğunu düşünmüyorlar ve sistem çöküyor.” Obama’nın şu saptaması da çok önemli ve Türkiye için de geçerli:“Bütün gençler iş idaresi (business) okuyup böyle yöntemlerle bir iki yılda zengin olmak istiyor. Ama toplumun doktorlara da, mühendislere de, mimarlara da, bilim adamlarına da ihtiyacı var.” Jay Leno soruyor: “Peki topluma bunca kötülük yapanların hapse girmesi gerekmez mi?” Obama cevap veriyor: “Evet ama ne yazık ki yaptıkları şeyler yasalara uydurulmuş. Bir tost makinesi aldığınızda yüzünüze patlarsa bunun hesabını mahkemede sorabilirsiniz. Ama aldığınız bir hisse senedi yüzünüze patlarsa hiçbir şey yapamazsınız. Çünkü siz fark etmeden bir takım imzalar atmış ve onlara bu hakkı tanımışsınız. Mesela kredi kartınıza yüzde 30 faiz uygulanmasını kabul etmişsiniz.” Düşünün ki Beyaz Saray’da bu sözleri söyleyebilen ve durumun fotoğrafını bu kadar net çekebilen bir lider oturmakta.Olmayan kitle imha silahları bahanesiyle bütün dünyayı kandırarak Irak’a savaş ilan eden Bush’tan ne kadar farklı değli mi?
***
Jay Leno bu arada şakalar yapıyor, Obama’nın koluna ahbapça vuruyor ve mesela “Airforce 1 uçağına binmek hoş mu?” diye soruyor. Obama içten bir kahkaha atıyor ve diyor ki: “Evet bence hoş ama bu iş kızlarımı hiç etkilemedi. Uçağa ilk bindiklerinde bir şeker kavanozu görüp aaa şeker diyerek oraya koştular. Oysa ben başkan babalarının uçağından Lincoln anıtına bakmalarını istiyordum.” Seyircilerden alkışlar ve kahkahalar yükseliyor. Programın sonunda şunu düşünüyorum:Obama bizim Türkiye’de ve dünyada bildiğimiz birikimli, şakacı, hümanist bir entelektüel.Yani Türkiye’de olsa seçilemezdi.Çünkü mitinglerde boğaz damarları şişe şişe rakiplerine “Maganda. Sen kim oluyorsun? Senin alnını karışlarım” diye bağıramazdı.
ÖLÜME BİLE SAYGILARI YOK
Ölüme bile saygıları yok!
Bu kafa nasıl bir kafadır ki her baktığı şeyde cinsellik görür?Nasıl bir sapıklıktır ki her olayı belden aşağı yorumlar?İnsanın aklı almıyor.Demek ki bunlar yoldan geçen kadınları gördükleri zaman akıllarına hemen başka şeyler geliyor.Bir arkadaşlarının eşi ya da kız kardeşiyle karşılaştıklarında karanlık arzuları depreşiyor.Taştan yontulmuş bir heykele bakarken cinsel heyecanlar duyuyorlar.Ölüme bile bu açıdan bakıyorlar.Nekrofil midirler, nedirler?
***
Ankara’daki gaz müdürünün, yedi gencimizin ölümüyle sonuçlanan faciada bile aklına böyle şeyler gelmesi nasıl bir ruh durumunu işaret ediyor sizce?Normal mi?Yoksa hemen tanı ve tedavi için bir kliniğe danışılması gereken bir durum mu?
***
Bu kafa korkunç.Kadınla erkek arasında hiçbir arkadaşlığın, hiçbir başka ilişkinin var olamayacağını düşünen bir hastalık durumu.Demek ki ellerine fırsat geçirseler neler yapacaklar.Zaten ne yapacaklarını, 14 yaşında kıza saldıran yaşlı başlı muhafazakâr (!) örneğinde görmedik mi? Kadınla erkek arasında elbette cinsellik boyutu vardır. Ama hayata sadece ama sadece bu açıdan bakmak ne anlama geliyor?
***
Benim en çok hayret ettiğim şey, bu insanların nereden çıktığı.Yabancılar bize “Zaten buydunuz” diyorlar.Türkiye’yi hep bu gözle gördükleri için hiçbir değişim olmadığını öne sürüyorlar.Biz de onlara “Hayır” diyoruz. “İnanın, Türkiye böyle değildi. Ne köylüsü buna benzerdi, ne kentlisi. Ne zengini böyleydi, ne yoksulu. Bunlar yeni bir güruh. Nerelerde yetiştiler, hangi köşelerden çıktılar bilinmez. Ama eskiden marjinallerdi, şimdi Türkiye’yi ele geçirmiş durumdalar.”
***
Böyle adamları anlayamıyoruz biz ve hiçbir zaman anlayamayacağız.Din iman diyorlar ama gözleri dünya malında, dünya saltanatında.Çalıyorlar, çırpıyorlar, her türlü melanetin altına imza atıyorlar.Bir başka dünyanın yaratıkları.Ve bana kalırsa dindarlıkla uzaktan yakından ilişkileri yok.Öyle görünmeyi tercih ediyorlar ama en uzak oldukları şey İslâm dini.Son yirmi senenin yetiştirdiği tuhaf, anlaşılmaz, ahlaki değerleri son derece düşük insanlar.Genç ölümler karşısında bile cinsellik düşünecek kadar alçalmış bir ruha sahipler.Ne yapalım ki mercimek akıllı insanlar bu gidişe yeşil ışık yaktılar. (Biliyorsunuz zengin, ünlü, aydın, akademisyen, holding sahibi, gazeteci vs. olmak mercimek akıllı olmaya engel değil.)Türkiye ya bu kafadan kurtulup kendine gelecek ya da “Elveda!”
Zülfü LİVANELİ
Bu kafa nasıl bir kafadır ki her baktığı şeyde cinsellik görür?Nasıl bir sapıklıktır ki her olayı belden aşağı yorumlar?İnsanın aklı almıyor.Demek ki bunlar yoldan geçen kadınları gördükleri zaman akıllarına hemen başka şeyler geliyor.Bir arkadaşlarının eşi ya da kız kardeşiyle karşılaştıklarında karanlık arzuları depreşiyor.Taştan yontulmuş bir heykele bakarken cinsel heyecanlar duyuyorlar.Ölüme bile bu açıdan bakıyorlar.Nekrofil midirler, nedirler?
***
Ankara’daki gaz müdürünün, yedi gencimizin ölümüyle sonuçlanan faciada bile aklına böyle şeyler gelmesi nasıl bir ruh durumunu işaret ediyor sizce?Normal mi?Yoksa hemen tanı ve tedavi için bir kliniğe danışılması gereken bir durum mu?
***
Bu kafa korkunç.Kadınla erkek arasında hiçbir arkadaşlığın, hiçbir başka ilişkinin var olamayacağını düşünen bir hastalık durumu.Demek ki ellerine fırsat geçirseler neler yapacaklar.Zaten ne yapacaklarını, 14 yaşında kıza saldıran yaşlı başlı muhafazakâr (!) örneğinde görmedik mi? Kadınla erkek arasında elbette cinsellik boyutu vardır. Ama hayata sadece ama sadece bu açıdan bakmak ne anlama geliyor?
***
Benim en çok hayret ettiğim şey, bu insanların nereden çıktığı.Yabancılar bize “Zaten buydunuz” diyorlar.Türkiye’yi hep bu gözle gördükleri için hiçbir değişim olmadığını öne sürüyorlar.Biz de onlara “Hayır” diyoruz. “İnanın, Türkiye böyle değildi. Ne köylüsü buna benzerdi, ne kentlisi. Ne zengini böyleydi, ne yoksulu. Bunlar yeni bir güruh. Nerelerde yetiştiler, hangi köşelerden çıktılar bilinmez. Ama eskiden marjinallerdi, şimdi Türkiye’yi ele geçirmiş durumdalar.”
***
Böyle adamları anlayamıyoruz biz ve hiçbir zaman anlayamayacağız.Din iman diyorlar ama gözleri dünya malında, dünya saltanatında.Çalıyorlar, çırpıyorlar, her türlü melanetin altına imza atıyorlar.Bir başka dünyanın yaratıkları.Ve bana kalırsa dindarlıkla uzaktan yakından ilişkileri yok.Öyle görünmeyi tercih ediyorlar ama en uzak oldukları şey İslâm dini.Son yirmi senenin yetiştirdiği tuhaf, anlaşılmaz, ahlaki değerleri son derece düşük insanlar.Genç ölümler karşısında bile cinsellik düşünecek kadar alçalmış bir ruha sahipler.Ne yapalım ki mercimek akıllı insanlar bu gidişe yeşil ışık yaktılar. (Biliyorsunuz zengin, ünlü, aydın, akademisyen, holding sahibi, gazeteci vs. olmak mercimek akıllı olmaya engel değil.)Türkiye ya bu kafadan kurtulup kendine gelecek ya da “Elveda!”
Zülfü LİVANELİ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Eallin (Mari Boine Live) [UK] 1. State Of Mind Where Your Intellect Is Disconnected 2. Within Myself 3. Orphant 4. Hear The Voices Of The...
-
Lisa Gerard [1997] The Mirror Pool http://rapidshare.com/files/248510385/Lisa_Gerard__1997__The_Mirror_Pool.rar.html
-
Open publication - Free publishing - More saglik